24 Aralık 2010 Cuma

Altay Öktem




Öyle anlar vardır ki, herşey anlamsız gelir insana...

Bilgelerin, ahlâk kumkumalarının, yüce felsefecilerin,kendilerini bir halt sanan bilumum kişilerin, zaman zaman yüksek sesle -sözümona senin iyiliğin için -ama genellikle iç sesiyle seni yönlendirmeye, sana iyilik etmeye kararlı tavırlarıyla nafile çabalarını gördüğünüzde hissettiğiniz cinnet kelimelere yansımayan bir haykırışı içinde barındırır.

Herşeye rağmen hayatın devam ettiğini biliriz ve insanoğlu hiç bir canlıda olmayan anlamsız bir dirençle nefes almaya devam eder.Yaşarken mi ölüyüz, yoksa öldükten sonra mı başlar hayat bilinmez...

Benim iyi gün ve kötü gün dostum Altay Öktem dir. Onu edebiyatçılar arasında farklı bir yere koyuyorum, sanki ailemin bir parçası gibi algılıyorum, hiç farkında olmasa bile.

Çok iyi bir edebiyatçı O.

Yazılarını da , şiirlerini de ayrı şekilde seviyorum.

Ders vermez yazılarında, öğütleri hiç göremezsiniz, olduğu gibi tüm çıplaklığıyla aktarır düşüncelerini.İnsana ait güzelliklerde, çirkinliklerde, salt gerçeğiyle kendini bulur kelimelerinde.

"Aşk Filmine İki Kişilik Bilet Alınmaz

Hiç kimseyi özleyecek kadar sevmiyorum kendimi. O yüzden sevdiğim her kadını, bırakıp gittiğim her şehri, katlayıp arka cebime koyduğum, ayılınca bulamadığım her şiiri bir daha asla hatırlamıyorum. Yalnızca kadınları, şehirleri şiirleri değil, kendimi de unuttuğumu gösteriyor bu. İnsan en çok kendini terk ediyor.

Aşk anlatan filmlere bir bilet alıyorsak ve karanlık bir salona girip filmin başlamasını bekliyorsak terk edilmişiz demektir. Hem de bir başkası terk etmemiştir, düpedüz kendimiz terk etmişizdir, kendimizi.

Dışarıda sevişebileceğimiz onca yer vardır oysa. Sinema solunuysa karanlıktır. Senarist başarılıysa iyi bir öyküsü, bir kurgusu vardır filmin, oyuncular başarılıysa çok gerçekçi oynamışlardır rollerini kameralar başarılıysa çok güzel açılardan, çok etkileyici sahnelerden göreceğimiz kesindir. Film bizi oturduğumuz koltuktan alıp bambaşka dünyalara savuracaktır. Hiç farkında değilizdir ama; aslında kendi hayatlarımız bambaşkadır!

Oysa soğukta, bir sokak arasında sevgilinin çatlak dudaklarına kaçamak bir öpücük konduran kişinin cebinde bir değil, iki bilet vardır. Gören olur diye kaçamak, tedirgin bir öpücük kondurur önce; ama dudaklar birleştiği anda kim görürse görsün; hararetle emme işlemi başlar. Eğer cebindeki iki biletin farkındaysa insan, ne soğuğa ne de sokağa aldırır; ortalıkta sevişir. Bir daha da gitmez aşk filmlerine.

Sinema salonunu dolduranlarsa yalnızdır, yaralıdır. Her zaman tek bir bilete yetecek kadar cesaretleri vardır. Cebinde iki bileti olanlarsa sokaklardadır zaten.

Aşk asla filmler gibi yaşanmaz. En gerçekçi filmde bile ince ince hesaplanmış, nakış gibi işlenmiş bir kurgu vardır. Kurgu işte; adı üstünde, kurulan şey. Giriş, gelişme, sonuç falan...

Gerçek yaşamdaki aşkta bu bölümlere rastlayamayız. Rastlasak da bu sırayla ilerlemez aşk. Örneğin giriş bölümü aşkın sonunda olabilir.En baştan girilirse belki işin heyecanı kalmaz, gizemi bozulur, hiç girmezsen de platonik aşk olur, o da sıkar tabii. Gelişme diye bir şey yoktur aşkta. Çünkü gelişme bir sürekliliği içerir aşkta ise sürekli olan hiçbir şey yoktur. Bir gelişir, bir geriler, karışık, karmakarışık olur hayatın. Filmlere en benzemeyen yanı da sonuç bölümüdür aşkın. Filmin sonunda ışıklar yanar, salon aydınlanır ve kalabalığa karışırsın. Aşkın sonunda ise yapayalnız kalırsın.

Aşk filmine iki kişilik bilet alınmaz. Zaten iki kişilik aşk da olmaz. İki kişinin birbirine aşık olabilmesi için üçüncü kişi şarttır. Issız bir adadaki iki kişi sevişebilir, kavga edebilir, yemeğini paylaşabilir, beraber şarkı söyleyebilir... ama aşık olamazlar. Aşk,
bir başkasına "rağmen" yaşanan bir duygudur. Düşünebilecek başkaları da varken yalnızca onu düşünmek, sevişebilecek başkaları da varken yalnızca onunla sevişmektir. O yüzden aşk, en az üç kişiliktir.

Peki aşk filmine üç kişilik bilet alınabilir mi? Alınır tabii. Üç, dört, yada beş kişilik... O zaman grup olarak sinemaya gidilmiştir, bu da çok doğal, hatta eğlenceli bir durumdur. Tek kişi yalnızlıktan, böyle bir kalabalık ise birlikte eğlenme isteğinden aşk filmine gidebilir, çok normal. Ama birbirine aşık olan iki kişi asla aşk filmine gitmez. Çünkü filmin konusunun hayatın konusuna hiç benzemediğini yaşayarak öğrenmiştir onlar.

Tesadüf bu ya; cebinde tek bir biletle sinema salonuna girip, koltuğa kurulup filmin başlamasını beklerken yine cebinde tek bir bileti olan biri gelip yanınıza oturabilir. Sokakta karşılaşsanız belki aşık olacaksınız birbirinize. Ama iki saat boyunca yan yana oturursunuz, soluklarınız birbirine karışır ve hiçbir şey hissetmezsiniz. Oturup
filmi izlersiniz paşa paşa. Nedeni çok basit, yan yanasınız ve tam karşınızda bir perdede olup biteni seyrediyorsunuz yalnızca.


Aşkta karşı karşıya olabilirsiniz, yada arka arkaya, o kadar.


Aşk, asla yan yana olmamaktır...

MELEKLER DANSI

melekler dans ederken yavaşça öldük
ılık bir su sesiydi zaman, yani korkunç ve anlamlı
akıyordu aramızdan radyoyu açtın
sıcaktı sanıyorum temmuz falandı tenin
müzik de yakıyordu, bakışın da, koltukaltın
nemliydi, beyazdı, bir de zehirli
bembeyaz örtülere şarap dökülmüş gibiydin
kırmızı bir gül konmuş, gül sürdükçe
şeytan gibi, nota gibi, dalgibi lekelerle
çatal bıçak sesleriyle, suyun
bardağa dökülürken çıkardığı gürültüyle

melekler dans ederken kanepede
oyuncak bir ayı vardı, yerde kuş cesetleri, ezilmiş bisküviler
caz mı çalıyordu, tango mu artık radyoda
başım mı dönüyordu, tırnaklarını mı yiyordun
bilmiyorum; oyuncak ayı aniden
esnedi, sonra kalktı yerinden
dolaşmaya başladı odanın ortasında
korktuysam bir gerçek diğerine karıştığı içindi
kaçtıysam düpedüz müziğin ritminden
yalnızsam kesinlikle seni sevdim diyeydi

ay tutulmuş o gece sonradan anlattılar
saçlarım bağlamışsın arkadan, dudaklarının izi
yapışmış camlara, parmağın mı kesilmiş ne
beyaz bir papatyayı kıpkırmızı boyamışsın
yollamışsın; zor taşımış postacılar, çok ağlamış dediler
düğüm düğümmüş gözlerin, kirpiklerin kırptıkça sırça
biliyorum; melekler uçsun diye açmıştın pencereyi
bir değil, iki değil, çok atladım aşağıya

radyo hala çalıyor örtüde solmuştur leke
sanırım susuyordur ayı, kıpırdamıyordur bile
başka bir yerde, belki başka biçimde
dans ediyordur melekler, seviniyordur

biz yavaşça öldük diye,

GECE

falım yanlış çıktı. oysa ne güzel
kapatmıştım fincanı, sakalımı kesmiştim dün
tüysüz bir oğlan gibi en dipte
siyah inciler dizmiştim kendime
düşüm yanlış çıktı. sözünde durmadı periler
kaldırıp yorganı üstümden, hem de kış vakti
hem de lapa lapa kar yağarmış gibi hissederken ben
her şehre geri dönerken, her şehri tutuştururken
fırsatçı yangınlara geçit vermezken tenim
tenim dediğim; pörsümüş bir kağıttan biraz kalınca
kurumuş bir yaprak gibi salınan suda
tenim dediğim; değerken sana ıslıklar çalan
tenim dediğim; külliyen yalan!

kış da geçti sonunda

yeni bir fal kapatsam yaz gelir mi sılada
şöyle gözlerini süzse bir kadın, boynunu uzun
kollarını kısa tutsa sarılırken bana
o anda bir yaprak düşse dalından
kınından çekilse kılıç, eski bir çağda
bir şövalye gibi dimdik dursam ayakta
hayatın karşısında; öyle dimdik, öyle dik, silik
sularda aksini görsem, masallarda olur ya
eğilsem, su içerken mesela ya da yüzüme
vururken avuç avuç o sıradan kanamayı
aaaa, bir baksam yüzün senin, sulara bocalanmış
geçmişe bulanmış, tarihe karışmış, aksak bir halkın
toprağını sulayan nehirlere, çocuğunu emziren
kanserli memesine, bulanık süte
ota boka karışmış yüzün senin sulara

yaz da geçti sonunda

fincan yapıştı tabağa, dileğim tuttu
bir çingene çift eliyle sarıldı hayata
geçmişi unut! dedi, sokaklara çıkma
herkes kendi karabasanına tutsak olur sonunda
herkes bir dağın arkasına geçer
herkes bir dağın arkasında vurulur
her soytarı çetesini dağıtır sonunda

çetemi yol tuttu, eğilip kustum kendi türkçe’mle
saçımdan sürüklenmiş gibi, sanki eski
bir falakaya yatırılmış gibi ayaklarım şişince
akbabalar üşüşünce dilime, yaşlanınca dağılır ya dağlar
eskiyince yüklüğe kaldırılır ya yorganlar
kurşuna dizilir ya atlar, çingeneler asılır ya
sararmış fotoğraflar bir bantla tutturulur duvara

duvar taşımaz o yükü, eski bir sevgilinin
yüzünü zaten kaldıramaz tuğla
sıvası dökülen bir bedenin ruhu olmaz aslında
geriye sarılır film, derine işler acı, aşkı
herkes kendine biçer, eksik bir düğme gibi
yalnız kalır iliğin ıstırabı

falım yanlış çıktı. bir çocuk kurşuna dizildiyse doğu’da
dağlar iteklendiyse, kenara çekildiyse bir nehir yatağına sırıtarak
yüzün senin kaybolduysa sularda
tenimi acıttıysa hava, bulutlar da suçluysa

bahar falan yoktur buralarda

mevsimsiz kaldık. kolumuz kırık
kanadımız zaten yoktu periler aldattı bizi
suçluysam yüzüme gül, suçluysam kendini
as ruhunun tavanına, mumları devir
pencereden bakıyorum; hiçbir mevsime uymuyor şehir
pencerem de pencereye benzemiyor aslında
sen mumları devir, nasıl olsa tutuşur perde
ateş yalan söylemez, duman yayılır
ölüm dediğin hep dar gelir bedene

falım yanlış çıktı. bir fincanın içinde
sıkıştı kaldı kendimi kovduğum gece

YAZIK

bu şehir beni anlayamaz, yasaksa yasak
ateş söndü! döndü suları çağıran sesin
geri döndü
masum bir öpüşü, umulmaz düştü, yasaksa yasak
ateş söndü! şiddet boşlukları doldurur
barbarlar geri döndü.

kötüyüm. ne mutlu kan yakışır bana
kasketini tarlada unutan bir köylü gibi
sızarım en kirli yerinden zamana
ateş söndü! kollarında acı çekmek ölümümdü
pisim. kara bir sokak kedisiyim bu şehrin kıyısında

alnında jilet yarası taşıyan sevgilim, nemli tanrıçam
her gece taparım o umulmaz yanına
o adsız şehre; ışıksız geleceğe
ateş söndü! kılıcım usulca girdi kınına
prensesim, tiz sesim, pis güneşim
yazık yine döndük kendimize

yazık
yine döndük kendimize


KUŞLARIM ÜŞÜYOR

cebime tıktığım kuşlar çok üşüyor
ben de üşüyorum desem kim inanır
bunca yıkıntının altında
bunca kırık cam batmışken ayaklarıma

belki yine seviyordur diye bir papatya kopartıyorum
yapraklarını yoluyorum, çiğniyorum, zıplıyorum üstünde
nasıldı bu fal, yani nasıl açılırdı bir kapının kilidi
anahtarı deliğe sokmadan önce

tüfek omuza deme komutanım, komik oluyorsun
omuzum olsa başka şeyler yüklerdim üstüne
bir palyaçonun burnunu örneğin
dövüşçü horozların kopan tüylerini
kullanılmış bir mendili koyardım
sonra sıyırırdım kendimi yeryüzünden
yok, yeryüzünü sıyırırdım kendimden

cebime tıktığım kuşlar çok üşüyor
geriye sayacağım söz veriyorum, vurmayın
vurmayın kuşlarım ağlıyor, geriye sayacağım

anne, hangi sayıdan başlayacağım?

YALNIZLIK CİNAYETTİR

kendime kuytu bir ölüm arıyorum yalnızca kendime
düşlerime sokak kedilerinin gözleri giriyor, korkuyorum
boynunu kendi bileğine dolayıp asılan bir adam
kanını sulandırılmamış alkole banan
sokak satıcıları epey bilir bunu yalnızlık cinayettir

yalnızlık cinayettir bütün notalarda, bütün dillerde
bütün hecelerde, "a" sesinde, re minörde, mors alfabesinde
yalnızlık cinayettir kendi tükürüğüyle
ıslanan bedenlerde eski bir kokudur, yalnızca budur

ıslak paspas kokusudur, gece morudur
bileği tahriş olmuş bir kadının dinmeyen korkusudur
ansızın yakalanmasıdır bir kuşun kapana
trenin gecikmesidir istasyona yalnızlık cinayettir

sevişirken kramp girmesidir, ölürken birdenbire
sıçramaktır başka bir zamana, kadeh tutarken
elinin titremesidir, sesinin duyulmasıdır susarken
karnına saplanan bıçağı sevmektir yalnızlık cinayettir

cinnettir

kendime kuytu bir ölüm arıyorum çok iyi biliyorsun bunu
düşlerime kalabalık bir cadde giriyor. korkuyorum
saçlarını sırtından sallandıran kadınlar kadar
uzayıp gitmesi kadar bir aşkın telaşla
yanlışlıkla, su katılmamış bir sevişmenin ardından
ters yakılması kadar sigaranın, benim kadar
yani ellerim kadar, bedenim kadar, düşüncelerim
sırlarım, kaçışlarım kadar saçmadır yalnızlık cinayettir

cennettir

kendime kuytu bir ölüm arıyorum çok görüyorsun bunu
bütün delillerimi yaktım, beni ötelere götürecek
yollardan zaten uzaktım
her kadına yeni, bir zevk, her kadına
yeni kurulmuş tuzaktım bütün delillerimi yaktım
sonrası yok. sonrası çok gizli bir fotoğrafın arabı
yüzümüz siyah ve anlamsız, dışımız beyaz ve derin
sanki bir diktatör anıtı, kan akıtan bir nehir
işlenmemiş suçlarımız sanki yalnızlık cinayettir

cennettir
cinnettir
cinayettir.

zaman doldu
artık gidiyorum arkama bile bakmadan
arkaya bakmak çok eski huyudur
bazı çirkin adamların
zaman doldu
artık gizlemiyorum kendimi çok kadınla seviştim çoğu buluttu
basbayağı buluttu bildiğimiz buluttu dağılıp gidiyordu ben ço-
ğalttıkça
bir akşam usulca girdim kanıma
kendim karar verdim hep kendim karar verdim
yanlış da olsa sevdim pişman değilim, neden olayım?
bir akşam; üç gün üç gece poker oynamıştım
ne güzel. üç gün üç gece yeterince
içmiştik demek ki onar şişe, belki on beş
yirmi belki de.
abdullah, ah dostum, sevdiğim, çalı yüzlüm abdullah
kaç kurşun sıktı üstüme
yeterince içmiştik. vuramadı
vurdu, ben anlamadım belki de
belki de yavaş yavaş devam ediyorum ölmeye."

sanem uçar

....................

Önemli not;

Sevgili Altay Öktem in dergilerden çekilme nedenini açıklayan kendi cümleleri;

"Söylediklerimin kısmen anlaşılıp kısmen de “yanlış” anlaşılması üzerine kısa bir açıklama daha yapmanın gerekli olduğunu düşünüyorum.

Elbette şiirimizde uzun süredir devam eden bir ayrışma var. Banka ve holding dergilerinde (çok sevmediğim halde kullanmak zorunda kalıyorum bu terimi) yazmayı baştan beri reddeden, dahası, sistemle uzlaşı içinde olan dergilerde bilinçli bir tavırla yer almayan birçok şair var. Bunun gerekliliği üzerine yazılan kuramsal yazılar da sık sık yayınlandı, yayınlanıyor çeşitli dergilerde.

Bu, toplu bir tavır olarak geliştirilmediğinde dikkatlerden kaçıyor. Yayınlanan onlarca (belki yüzlerce) dergi arasında kimin nerede yer aldığı, kimin nerelerde ısrarla yer almadığı nasıl tespit edilsin? Yer almayanlar, bunu bir tavır olarak mı geliştiriyorlar, yoksa o dergilerin kapılarını aşındırdıkları halde reddediliyorlar mı, okur bunu nereden bilsin?

Peki, özellikle merkezi dergilerden uzak duranlar, bu amaçla, özellikle kimi yerel dergilere, edebiyat heveslilerinin çıkardığı dergilere destek verenler, o dergilerin bir kısmında rastladığımız genel dağınıklığı, vasatlığı, özensizliği destekliyor konumuna düşmüyorlar mı?

Okur kaybetmenin, kan kaybetmenin asıl nedenlerinden biri de bu olamaz mı?

Kendime (internet üzerinden yayınladığım için de bir anlamda size) sorduğum sorular bu çerçevedeydi. Yoksa Kitaplık’a gönderdiğim bir şiir yayınlanmış ya da yayınlanmamış ne çıkar? Yılda zaten kaç tane şiir yayınlıyorum ki? Şiir yayınlamadığım dergi sayısı, yayınladıklarımdan kat kat fazla. Sorun bu olsa, kolayca çözülürdü zaten. Sadece, bu basit olay, uzunca bir süredir yaşadığım hoşnutsuzluğu tetikledi. Hangi dergide gönül rahatlığıyla, tamamen içime sindirerek şiir yayınlatabiliyorum? Hangi yıllıkta şiirim var, diye heyecan duyuyor, seviniyorum? Hangi soruşturmaya cevap verirken, söylediklerimin yerini bulacağından emin olarak, büyük bir hevesle sarılıyorum kaleme?

Hiç.

Aslında yeni bir şey söylemediğimin farkındayım. Bunların hepsini, iyi kötü şiirle ilgilenen herkes biliyor zaten. Karşılıklı konuşmalarda, bu sorunlar sürekli konuşuluyor. Ama o noktada kalıyor her şey. Çünkü oluşturulan irili ufaklı parsiyel şiir iktidarlarınca reddedilme korkusu, elini kolunu bağlıyor herkesin. Zaten satmadığından, okunmadığından yakınılan dergiler tarafından aforoz edilme ihtimali göze alınamıyor. Ve kendini, bu sırnaşık kucaklaşmayı sürdürmek zorunda hissediyor herkes.

Elbette her dergi kendi politikasını oluşturacak, aykırı gördüklerine karşı mesafe oluşturacaktır; bundan doğal bir şey olamaz. Kitaplık, iktidarla (yalnızca siyasal iktidarı kastetmiyorum) ilişkisini zedeleyecek şairleri, yazarları ya da şiirleri, metinleri dışlayacak, bu doğal. Ben de o iktidar ilişkisinin tam karşısında durduğuma göre, zaten orada bana yer olmadığını bilip, şiir göndermezsem sorun çıkmamış olur… İyi de, “aman bir tatsızlık çıkmasın, herkes nasılsa girmiş bir yola, böyle devam etsin” demek için mi yazıyoruz? Bu mudur şiirin nihai amacı?

Tam da bu konulardaki düşüncelerimi sizlerle paylaşırken, büyük bir emek ürünü olduğunu bildiğim ve doğru bir yayın politikası izlediğini düşündüğüm, en azından kendime yakın hissettiğim için burada adını vermek istemediğim bir dergide, geçen ay içinde gönderdiğim bir şiirim yayınlanıverdi. Hem de bir sözcüğü sansürlenerek!

Korku insani ve çok anlaşılır bir duygu. Elbette yaşadığımız ülkenin koşullarını, bazen sadece “samimi” olabilmenin bile Don Kişot’luk gerektirdiğini biliyorum. Karakalem’i yayınlarken bir tek sözcüğü bile sansürlememek (Karakalem’i bilenler daha iyi anlar bunu, istense her sayısında, derginin yarısı sansürlenebilirdi) için birçok kişiyle mücadele etmek zorunda kaldım. Açıkça, buna hakkım da yetkim de olmadığı düşünüyordum, hala da öyle düşünüyorum. Dergiyi kapatmaya, böylece o yazıların, şiirlerin hiçbirini yayınlamamaya hakkım vardı elbette, ama makaslamaya, asla! Her türlü yasal sorumluluğa rağmen.

Can Yücel’in “Bu ülkede göte göt derler” demesinin üstünden yıllar geçti. Korkudan kaynaklanan sansür bir derece anlaşılır ama şiirin sadece soylu sözcüklerle yazılması gerektiği savları bile ortaya atılmadı mı daha birkaç yıl önce? Hâlâ bunların tartışıldığı bir ortamda kalem oynatmak onur kırıcı değil mi?

Çok mu ütopik düşünüyorum? Ya da bu sıradan, basit düşünceler “ütopik” olma mertebesine mi erişti günümüzde, bu kadar mı kirlendik?

Bu koşullar altında, kendimi değil, şiirimi daha fazla kirletmemek için geri çekiliyorum…

Belki günün birinde bütün bu düşüncelerimden dolayı pişmanlık duymamı sağlayacak bir ortamla, bir dergiyle, bir oluşumla karşılaşırım, kim bilir… O zamana dek hiçbir dergide şiir yayınlatmayacağım. (Bu kararı almadan önce birer şiirimi vermiş olduğum Dize ve Hayal dergilerinin yöneticileri ellerindeki şiiri kullanıp kullanmama konusunda özgürler elbette.)

Hiçbir dergide şiirle ilgili herhangi bir soruşturmaya cevap vermeyeceğim, herhangi bir dosyaya gerek görüş bildirerek gerekse yazı yazarak katkıda bulunmayacağım. Ayrıca, hiçbir şiir yıllığına şiirimin alınmasına onay vermediğimi de bu arada bildirmek istiyorum. Buna rağmen, izinsiz olarak şiirimi kullananlar olursa yasal yollara başvuracağımı sanmaz umarım. Yasalara inansam belki yapardım ama ben daha etkili bir yöntem kullarım bu durumda, küfrederim!

Su akar yolunu bulur… Kitaplarla, internet üzerinden belki, belki de şu anda aklımıza gelmeyen başka oluşumlarda bir araya geliriz, şiirlerimizi paylaşırız.

İktidarın hiçbir çeşidine, yozluğa ve hırsa yenilmemiş şiirlerin büyüsüyle…

Sevgiyle…"

Altay Öktem

11 Aralık 2010 Cumartesi

Şükran Moral ve Maurizio Cattelan



Şükran Moral bir çok yönüyle üzerinde durulması gereken sanatçılardan. Hiç alışık olmadığımız bir tarz da düşünce ve duygularını anlatmak için seçtiği yöntem her zaman kabulde zorlanılan olgulardan olmuştur. Seçtiği konularda öyle sıradan konular değildir.

Kadın, şiddet,cinsellik gibi toplumsal konularda ses getiren bir çok sanat eserine imza atarken tabuları yıkmak gibi bir amacı da her zaman taşıyanlardan. Doğal olarak yaptıkları her zaman sarsıcı olmuştur.

İnsanları sarsmak ve şaşırtmak gibi bir düşünceyi hep taşıdığından bu anlamda başarılı olduğu düşünülebilir.

İtalya da yaşarken çıplak bir şekilde çarmıha gerilmiş İsa fotoğrafı katoliklerin pek hoşuna gitmese de özellikle feminist gösterilerde bu fotoğraf en fazla kullanılan fotoğraflardandır.



Bir jinekolg masasına uzanarak bacaklarının arasına koyduğu ekrandan akan çeşitli karelerle kadınlara verilen ve benimsenen görevleri sanatçının deyimiyle konuşan vajinadan ret eden sorgulayan mantığı hiç yabana atılacak bir şey değildir.



Tabii bu yetmedi Şükran Moral a. Erkekler hamamına kadınlarla birlikte dalınca yaşanan şaşkınlığı çok kolaylıkla algılayabilirsiniz.

Buna benzer bir çok çalışması var Moral ın. Erkeklerin çok rahatlıkla cinsel dürtülerinin peşinden gitme özgürlüğü varken, kadınların, farklı cinsel tercihi olanların özgürlüklerini bir şekilde ortaya koymaya çalışan gerçekten marjinal gösteriler ve çalışmalardır yaptığı.

Son gösterisi Amemus adlı performansını da Casa Dell Arte de geçtiğimiz günlerde gerçekleştirdi. Performans öncesi yapacağı gösteriyle ilgili olarak ser verip sır vermeyen Moral, performansının sergilendiği gece seçilmiş izleyicilere oldukça şaşırtıcı bir gösteri sunduğunu öğrenmiş olduk.

20 dakika boyunca kadın bir partnerle sevişen sanatçı; cinselliğin, mahremiyetin ve müstehcenliğin bilinen tanımlarına tamamiyle aykırı bir biçimde cinselliğin içinde aynı zamanda azınlıkların kimliğini de vurgulamak adına lezbiyen bir ilişkiyi kullandığını söylüyor.

İnsanların ülkemizde büyük cinsel tabular içinde ezildiğini ve bu cinsel tabular yüzünden bir sürü anlamsız dizi filmlerine ve filmlerin ahlaksızlıklarına tapındığını vurgulayarak erotizmi bir silah olarak kullandığını belirtiyor.

Performansıyla ilgili düşünceleri şöyle sanatçının;

"Buz oldu etraf. Herkes ne güzel, harika ve rahatlamış değildi. Halbuki açılışlarda ne olur? Öpüşülür, gülünür, içilir. Kutlarım’lar... Bir buz. Herkes tırıs tırıs gitti. Bu büyük bir şok. İstediğim bu. Gerçek bir şok onlarınki. Gerçek bir hayat benimki. Performansın kendisini yaptım. Hayat! Galerideki tül perdenin arkasında sanat vardı. İzleyicinin bakışı sanat. Bütün o kurgu, bir galeriyi erotik hale çevirmek sanat. O ışıklarla kendisini erotize etmek bir sanat. İkimiz sanki yatak odasında gibi. İnsanları rahatsız eden de bu oldu zaten. Çok tutkulu sevişmemiz..."

Bütün bu söylemlerden sonra en azından sanatçının kendisi için bir başarı söz konusu.

İster istemez bu olup biteni yazılı basından yada internetten okurken benim aklıma Şükran Moral dışında yine son derece aykırı başka bir sanatçı geliveriyor.

Maurizio Cattelan...



İtalya da 1960 yılında dünyaya gelen bu sanatçı hiç bir sanat eğitimi almamış olmasına rağmen bugün bir çok anlamda dünyada sayılı sanatçıların arasında yer alıyor.

Kendisi yaşamını sürdürmek amacıyla aşçılık, hastabakıcılık, postacılık ve hatta cenaze levazımatçılığı bile yapmış bir sanatçı.

Son derece espirili bir bakış açısı da olduğundan kendi deyimiyle "çalışmadan yaşayabilmek amacıyla" sanata yönelir ve sanatsal yanı daha ağır basan mobilyalar üretmeye başlar. Ve bu yaptıkları eserler mimar ve tasarımcı Ettore Sottsass'ın dikkatini çekince kendini sanat dünyasının içinde bulur.

1991 yılı Cattelan ın dönüm noktası olan bir yıl. Bu tarihte Bolonga Modern sanat Galerisinde ilk kişisel sergisini gerçekleştirdi. Ülkesinde ve dünyada var olan faşizmi , yabancılara karşı var olan düşmanca yaklaşımı protesto etmeyi de düşünerek devasa bir langırt masası tasarlamıştı.Bu masanın etrafında çalışmak için gelen göçmenler varken diğer tarafta onların ülkesinde olmasını istemeyen düşünce yapısını vurgulamak adına üzerinde "defol" yazan formaları giyen beyaz İtalyanlar vardı.





Irkçılığa karşı bir duruş sunarken futbolla kendilerinden geçen ve bu anlamda ülkelerindeki yabancılara ses çıkartmayan iki yüzlüğüde ortaya koyan bir mantığı içeriyordu o devasa langırt masası.

Bu gösterisinden sonra hızla uluslararası bir ün kazandı ve şaşırtıcı heykellerine ve performans gösterilerine devam etti.

Yaptığı her heykel ve gösteri sadece belli bir kesime hitap etmekle kalmadı toplumun neredeyse tamamına varan bir katılımla gerçeklerin tartışılmasına ve konuşulmasına sebep oldu.

Bu anlamda özellikle çocuk istismarına ve çocuğa yönelik şiddete dikkat çekmek amacıyla şehir parkında bir meşe ağacının dalına boyunlarından iple asılmış son derece gerçekçi bir şekilde yapılmış üç çocuk heykeli tüm toplumu rahatsız etti.



Şehir halkının isteği doğrultusunda heykeller dallardan indirildi. Bu gösteri süresince çocuklara karşı işlenen suçlar durmadı tabikii ama tüm bir şehrin kendisiyle yüzleşmesine de olanak tanıdı.

Bir çok değerli çalışmaları vardır sanatçının.

Amacım şu anda bu sanatçıyı tanıtmak değil.

Sanatçıların ürettikleriyle toplumun alacağı yolun ne olması gerektiği üzerinde düşünebilmek.

Kuşkusuz sanat, sanatçının kendisini ifade etme aracıdır öncelikle. Sanatçıların bu anlamda yapmak istedikleriyle topluma bir mesaj vermeye kararlı olmaları çok ince bir ayrıntıyı içinde barındırıyor. Böyle bir amaç taşımayanlara hiç bir şey söyleyemem, kendi seçimidir. Ama topluma bir mesaj vermeye kararlıysan bu anlamda başarının ölçüsü nerededir?

Çok kolaylıkla her türlü aykırılıklarımız, çılgınlıklarımız, marjinalliklerimiz kişisel bir masturbasyona dönüşebilir. Sanatçının büyüklüğü toplumda bıraktığı iz ile ve belkide rağmenlere rağmen başarılabilen değişikliklerle doğru orantılıdır.



sanem uçar

8 Aralık 2010 Çarşamba

Maggie Taylor



1961 Ohio doğumlu dijital görüntüler ile çalışan bir sanatçı. 2004 yılında kazandığı bir proje yarışması kazandı ve eserleri Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa da sergilendi.

Bu Amerikalı kadın fotoğrafçının son derece ilginç çalışmaları var. Gerçeküstü bir anlayışla günümüze ait her türlü teknolojiyi kullanarak ortaya koyduğu eserler ilgi çekiyor.











sanatçının web sayfasından çok daha detaylı bilgiler alabilirsiniz;

web sayfası



sanem uçar

3 Aralık 2010 Cuma

Dünya Sakatlar Günü



Bildiğiniz gibi 3 Aralık Dünya Sakatlar Günü.

Kendime göre haklı sebeplerle tüm günlere karşıyım. Neden karşı olduğumu bir kez daha anlatmak niyetinde değilim. Merak eden yine buradaki yazılardan bulabilir. Çok ta önemli değil...

Doğal olarak 3 aralıkta kutlanan dünya sakatlar günü de belki en anlamsız olanlardan biri bana göre. Sakat arkadaşlarımın büyük bir çoğunluğunun beni anlayacağını düşünüyorum ama anlamayanlar da olacaktır. Hatta kınanabilirim de. Varsın öyle olsun...

Bilinen anlamda ilk tanıdığım sakat aynı mahallede oturduğumuz bir arkadaşımdı. Tanımlar ve içerikleri konusunda çok fazla bilgisi olmayan bir yaşta olduğumdan O her zaman benim için sakat bir insan yerine diğer arkadaşlarım Ali, Veli, Ayşe, Fatma gibiydi.

Sağır ve dilsiz olduğundan bizden farklı bir okula gidiyor ama okul bitiminde mahallede toplandığımızda çocuk dünyamızda kurduğumuz her oyunda yer alıyordu, yada ben aldığını sanıyordum. Sonra zaman geçti, biz bir çok yere taşındık, doğal olarak büyüdük, meslek sahibi olduk, evlendik, çocuklarımız oldu ve bir süre sonra kürkçü dükkanına dönme misali birbirimizle karşılaştığımızda bu yazdıklarımı yapabilen sadece bendim.

O, ilkokulu bitirdikten sonra okuyamamış, meslek sahibi olamamış, evlenememiş ve çocuk sahibi de olamamıştı...

İki çocukluk arkadaşının karşılaşması gözünüzde nasıl canlanabilir bilemiyorum ama yaşanabilecek en sıkıcı anlardan biriydi her ikimiz içinde.

Çocukken kurduğumuz iletişimin onda birini bile sağlayamıyorduk. Ortada dolanan iletişim bir kaç dakika sonra yerini gerçek bir sessizliğe bırakmıştı. Annelerimiz bir şekilde o geçmişe ait günlerden yaşanmışlıkları bir şekilde ona tercüme ediyordu,bende çocukken yaptıklarımıza benzer şeyler yapıyordum ama onun yüzüne belli belirsiz yerleşen gülümseme saniyenin bilmem kaçtı kaçı hızla kaybolabiliyordu.Kuşkusuz onunda belleğinde kaybolmamıştı o geçmiş günlerde yaşanılanlar ama bunlar bugün için hiç bir şey ifade etmiyordu. Önemli olanda buydu.

İkimizde aynı kişi değildik, değişmiştik kuşkusuz ama bu değişim bende farklı bir şekilide kendini gösterirken onda buna izin vermeyen nesnel koşullar sebebiyle varlığım kendisini daha kötü hissetmesine neden oluyordu...

Çocukken her şeyi birbiriyle paylaşan bu iki insanın kahkahaları asla yankılanamadı bir daha. Eğitimine devam edememiş birinin karşısında eğitimli biri olmak benim için sorun değildi, ama onun için sorundu.

Her ne kadar evlilik kurumunu kutsamasam da, bu toplumda önemli bir algılayış olarak evli olmam , bir kızımın olması hep ulaşılması arzulanan ama asla sahip olunamayacak bir duygunun yarattığı anlamsız kederi yaşatıyordu onda.

Birileri suçluydu...

Ne ben suçluydum, ne de o, ama o kolay yolu seçerek bir duvar örmeyi çoktan başlatmıştı bile. Asla yıkılamayacak bir duvar.

Başka sakat arkadaşlarımda oldu. Hâlâ dostluklarımız ve arkadaşlıklarımız devam eden onlarca sakat arkadaşım var. Yine bu arkadaşlarım sayesinde çok daha büyük bir platformda sakat insanlarla birlikte oldum. Beraber çalıştığımız, bir çok projede birlikte adım attığımız sevgili sakat arkadaşlarım...

Ülkemizde toplam 9 milyon sakat olduğuna dair bilgiler var. Bu sayı daha az değildir ama belki de daha fazla olabilir. Hiç küçümsenmeyecek bir sayıdır aslına bakarsanız. Sakatlığı ne olursa olsun, insan haklarına duyarlı her ülkede bu gerçekte göze alınarak yapılan her yapılaşma, sosyal güvenlik, eğitim vs. gibi olgularla sakatlar gününün kutlanması bir anlam ifade edebilir.

Ama ne yazık ki asla sosyal bir devlet olmayan bu ülkede sakatlara ait bir günün kutlanması küfür gibi geliyor bana. Sakatlığı nedeniyle,bir çok hakları engellenmiş ve engellenmişlikleri sebebiyle ötekileştirilmiş insanlarımızın gözünün içine baka baka küfretmek...

Senin için yol yapamadık....

Seninle alay ettik, yarım gördük,kanunlara rağmen iş vermedik...

Dışarı çıkmana olanak sağlayabilecek her türlü yapılaşmayı asla uygulamadık....

Senin için okullar hazırlayamadık, hazırladıklarımıza uygun öğretmenler yetiştiremedik...

Senin her türlü ihtiyacını karşılayacak şeyden yoksun başka birine muhtaç bir şekilde yaşam sürmeni engelleyecek hiç bir çalışma yapamadık....

Birey olmanı sağlayamadık...

Sağlık sorununu halledemedik....

Bunun gibi bir sürü şeyi halledememişken;

Senin kendine acımanı ve bunu kanıksamanı sağlayabildik....

Var olan durumunla onurlu bir insan gibi yaşayabilme olasılığının matematiksel olarak azlığı sebebiyle dilenmeni ve dilenci bir ruhla, başkalarının duygularını sömürmene olanak verdik....

Ruhunda bir çok başka sakatlıklara yol açtık...

Daha yazılmayan bir sürü yanlışlar yapılırken sakatlar gününü kutlamak nasıl bir masturbasyondur?

Bu arada yılın bir günü de senin için laf üretelim hiç sakıncası yok. Bunu yaptıklarımız mı ,yoksa yapmadıklarımız hanesine mi alacağımızı bilemiyorum sadece.

Sevgili dostum Vefa kendi sitesinde bugünle ilgili olarak kendine göre bir yorumla farklı bir bakış açısı getirmeye çalışmış...

Okuyun derim;

hayatadahilizbiz

3 Aralık Dünya Sakatlanma Günü olsun diye bir fikir üretiyor, yılların verdiği bıkkınlıkla. Ve sormuş kendi sayfasında cevabı çok iyi bilmesine rağmen;

"Her 3 Aralık’ta sakatları anmak mı daha faydalıdır, yoksa bir günlüğüne de olsa sakatlanmak mı? "

"Hiç biri" diye yanıt verdim sevgili dostuma. Kuşkusuz empati kurabilmek bir farkındalık yaratacaktır, ama kime?

Sana , bana... yeterli değil!

Sonra ne olacak?

Hepimiz evlerimizde kendi başımıza kaldığımızda yaşadıklarımızı yaşamaya devam ederken, yapabildiklerimizi yapamayan ve bunun yoksunluğuyla dolu 9 milyon insan var.

Bu gerçeği ertesi gün unutacağız değil mi?.....

sanem uçar