11 Şubat 2011 Cuma

Belgeseller 2



Türk belgesel tarihini incelemeye devam ederken tarih belgesellerin yoğunluğu dikkat çekiyor. Tarihi anlamda büyük bir geçmişi olan bir ulusun bu anlamda daha fazla ürün ortaya koyması anlaşılır bir şey.

Cumhuriyetin ilk yıllarında belgesel filmcilik ciddiye alınmışa benziyor.Hatta bu anlamda dışardan yönetmen getirilerek bu anlamda çalışmaların yapılması ortaya buram buram tarih kokan belgesellerin ortaya çıkmasına sebep olmuş.

1937 yılında özel bir şirket olan Ha-Ku Film Rusyadan film yönetmeni Ester Schub' u Türkiye ye davet ediyor.Ester Schub Kemal Necati Çakuş ile birlikte İstanbul, Ankara ve İzmir de çekilen sahnelere eski filmlerinde eklenip kurgu şeklinde sunulmasıyla farklı bir çalışma yapıyor.

Bu Sovyet kadın belgesel sanatçısı Ester Şub, Kemal Necati Çakuş ile birlikte 1934-37 yılları arasında hazırlıyor bu belgeseli . Türk Devrimlerinin "Terakki Hamleleri " adı altında geçirdiği evreleri anlatmak adına hazırlanan bir belgeseldir bu.

Bu anlamda bu belgeselin ülkenin I.Dünya savaşından başlayıp, Kurtuluş Savaşı, Cumhuriyetin kuruluşu ve Devrimlerle ilgili olarak hazırlanan derli toplu bir çalışma olarak kayda değer olduğu konusunda fikir birliği var.

Bu ülkeyi anlamakta zorlanıyorum. Bu çalışmaları izlemek istersek nereden ve nasıl bulunacağı konusunda bir fikrim yok.

Örneğin 1934 yılında Atatürk ün isteği doğrultusunda çekilen "Türkiye'nin Kalbi Ankara " belgeseli 1969 yılında TRT deki gösterimi sırasında zamanın TRT Genel Müdürü Adnan Öztrak tarafından yayınlanması durdurulmuş ve gösterimi engellenmiştir.


Türkiye'nin Kalbi Ankara

Ancak Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığının resmi sitesine yeni eklenerek izleme şansına sahip olduk.

Aşağıdaki linki tıklayarak belgeseli izleyebilme şansınız var;

Tıklayın

Ya da internetin sonsuz hizmetlerinden biri olarak buraya eklediğim videodan izleyebilirsiniz.



Bundan sonraki çalışmalarda 1941 yılında da o zamanki adıyla Matbuat Umum Müdürlüğü olan Basın Yayın ve Turizm Genel Müdürlüğü kurulmuş ve bayram törenleri, Cumhurbaşkanı ve Başbakanın gezileri ve diğer güncel olaylar belge niteliğinde çekilmiştir.

1956 yılına geldiğimizde ise belgesel tarihimizdeki en önemli sayfalardan biri açılıyor.

1956 yılında Sabahattin Eyüboğlu ve Mazhar Şevket İpşiroğlu tarafından İstanbul Üniversitesi adına yapılan Hitit Güneşi adlı belgesel film bir çok anlamda önemli bir belgeselimiz.



Mazhar Şevket İpşiroğlu


1908’de İstanbul’da doğdu. Küçük yaşta gösterdiği resim yeteneği nedeniyle, liseyi bitirinceye kadar Namık İsmail’in atölyesine devam etti.

Daha sonra Almanya'ya giderek bir yıl Düsseldorf Akademisi Resim Bölümü’nde öğrenim gördükten sonra, 1929’da oradan ayrılarak Bonn, Hamburg ve Berlin üniversitelerinde felsefe ve sanat tarihi okudu.

1933’te Tübingen Üniversitesi’nde Hegels Aesthetik in Ihrem historischen Zusammenhang [Tarihsel Bağlamı İçinde Hegel’in Estetiği] adlı teziyle felsefe doktoru oldu. 1934’te Türkiye’ye dönerek İÜ Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü öğretim üyeliğine atanan İpşiroğlu, bir önceki yıl gerçekleştirilmiş olan üniversite reformunun yaşama geçirilmesinde yoğun emek verdi.

1939’da Martin Heidegger ve Max Scheler’de İnsan konulu teziyle doçent, 1943’te profesör unvanını aldı. 1930’ların sonuna doğru çalışmalarında daha çok sanat tarihine yer veren İpşiroğlu, fakültede Sanat Tarihi Bölümü’nün kurulması üzerine buraya geçti ve 1949’da bölüm başkanı oldu.

1956’da sanat tarihçisi Sabahattin Eyuboğlu’yla birlikte İÜ Film Merkezi’ni kurdu ve Anadolu uygarlıklarını geniş çevrelere tanıtmak ve benimsetmek amacıyla birçok film çekilmesini sağladı.

Araştırmalarının yanı sıra yönetim görevleri de üstlenen İpşiroğlu, 1948-49 ve 1958-59’da iki kez dekanlık yaptı. 1960’ta ordinaryüs profesörlüğe yükseldi. 1961’de İslam sanatı dersleri vermek üzere Tübingen Üniversitesi’ne gitti, 1965’te İÜ’deki görevine döndü ve 1977’de emekliye ayrıldı.

1985’te İstanbul’da öldü. Türkiye’de sanat tarihinin bir bilim dalı olarak yerleşmesinde çok önemli katkıları olan, Batı Hıristiyan sanatı ve İslam sanatı üzerine çok sayıda
bilimsel yazısı yayımlanan İpşiroğlu’nun başlıca kitapları şunlardır:

Rönesans Sanatı, 1942;
Avrupa Sanatı ve Problemleri, 1946;
Avrupa Sanatında Gerçek Duygusu, S. Eyuboğlu ile, 1954;
Das Bild im Islam, 1971,
İslam’da Resim Yasağı ve Sonuçları, 1973;
Oluşum Süreci İçinde Sanatın Tarihi, N. İpşiroğlu ile, 1977;
Sanatta Devrim, N. İpşiroğlu ile, 1979;1980;
Wind der Steppe, 1984,
Bozkır Rüzgârı: Siyah Kalem, 1985;
Meisterwerke aus dem Topkapı, [Topkapı Sarayı’ndaki Başyapıtlar]1980
Wind der Steppe, 1984,
Bozkır Rüzgârı: Siyah Kalem, 1985;
Ahtamar Kilisesi: Işıkla Canlanan Duvarlar, 2003.



Sabahattin Eyuboğlu ise
;

1908 yılında Trabzon'un Akçabat beldesinde dünyaya geldi. Türk Belgesel Sinemasına önayak olan üstadlardandır. Sabahattin Eyuboğlu, aydınlanma düşüncesinin öncüsü bir düşünce ve edebiyat insanıdır. Çevirileri, inceleme ve denemeleri ile Türk milletinin çağdaşlaşma yolundaki girişimlerin önünü açan bir aydın, eğitimcidir.

Sabahattin Eyüboğlu Kaymakamlık, mutasarrıflık ve Trabzon milletvekilliği yapmış olan Mehmet Rahmi Bey'in oğlu ve ressam-şair Bedri Rahmi Eyuboğlu'nun kardeşidir. Çocukluğu, babasının görevi sebebiyle, Anadolu'nun çeşitli şehirlerinde geçti. İlköğrenimini 1922 senesinde Kütahya'da, ortaöğrenimini 1928'de Trabzon Lisesi'nde bitirdi. Lise 3. sınıfta iken, üniversiteye öğretim üyesi yetiştirmek amacıyla açılan bir sınavı kazanarak Avrupa'ya gitti. Yükseköğrenimini, dil, edebiyat ve estetik öğrenimi gördüğü Dijon , Lyon ve Paris üniversitelerinde tamamladı. İngiltere'ye geçerek, Londra'da İngiliz edebiyatı ve kültürü üzerine incelemeler ve araştırmalar yaptı.

Yurda dönünce, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümü'nde doçentlik (1933-38); Milli Eğitim Bakanlığı'nda müfettişlik, Talim ve Terbiye Kurulu üyeliği ve Tercüme Bürosu başkan yardımcılığı görevlerinde bulundu. Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü'nde "Metinlerle Batı Kültürü Tarihi" derslerini okuttu (1939-1947). Yakın dostu Vedat Günyol, onun bu derslerini ve eğitim anlayışını şöyle değerlendirir: "Sabahattin Eyuboğlu'ydu, 'Metinlerle Batı Kültürü Tarihi' derslerinde ve haftada bir tartışmalı açık toplantılardaki o konuşmadan konuşturan, doğruyu, güzeli, iyiyi hiçbir telkine kaçmadan öğrencilerin kendilerine bulduran."

Sabahattin Eyuboğlu'nun uygulamaya çalıştığı eğitim yöntemi, el işçiliğinden kafa işçiliğine, el eğitiminden kafa eğitimine geçerek, yaratıcılığına, insanca niteliklerine inandığı ve canı gibi sevdiği Türk köylüsünü köyün içinden yetişen aydınlarla onu kalkındırmayı amaçlıyordu."

Eyuboğlu, bu eğitim açılımına gönülden iştirak etti. Eyuboğlu, bu girişimi şu düşünceleriyle ifade eder: "Köy Enstitüleri İstiklal Savaşı'nın getirdiği yeni bir Türkiye görüşüne dayanır her şeyden önce. Bu yeni Türkiye topraklarını kesin olarak sınırlamış İstanbul'daki sarayını, devasız dertlere düşmüş, ayağı yerden kesilmiş, dostunu düşmanını bilemez olmuş sarayını kökünden yıkmış, 'imtiyazsız, sınıfsız' olmasını dilediği bir halk devleti kurmuş, eski devletin bağlı kaldığı donmuş Doğu kültürünü de bırakıp yaşayan, gelişen Batı kültürüne yönelmişti. Atatürk'ün gerçekleştirdiği devrimlerin dayandığı inanç, Türkiye halkının, büyük çoğunluğu köylü olan Türkiye halkının kendini yönetecek bağımsız bir devlet kurabileceği inancındaydı. Bu inanç olmasa bugün bizim dediğimiz Anadolu bizden başka herkesin olurdu. Halka dayanan, halka güvenen bir yeni devletin yapacağı ilk iş, halkın yaşadığı her yerde ve en çok da köylerde bir tek sözcüsünü olsun bulundurmak, barındırmak, desteklemekti. Köy Enstitüleri bu sözcüyü memleket ölçüsünde yetiştirmek amacıyla kuruldu."

Eyuboğlu,Tercüme Bürosu'ndaki başkanlık ve Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü'ndeki öğretim üyeliği görevlerinden uzaklaştırılınca Paris'e gitti (1947). Dönüşünde, yeniden Milli Eğitim Bakanlığı müfettişi olarak Maraş, Adana, Gaziantep, Hatay yörelerinde çalıştı (1949). İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Fransız Dili Bölümü'nde Karşılaştırmalı Türk-Fransız Edebiyatı (1950); İstanbul Teknik Üniversitesi'nde (1952) ve Tatbiki Güzel Sanatlar Yüksek Okulu'nda Sanat Tarihi dersleri okuttu (1958). Üniversiteden uzaklaştırılan "147'ler" arasında yer aldı (1960). Daha sonra, öğretim üyeliği görevleri iade edilse de, yalnızca Teknik Üniversite'deki görevine döndü.

Vedat Günyol ile birlikte Babeuf'ten çevirdikleri Devrim Yazıları (1963) kitabından dolayı, Ceza yasasının 142. maddesine aykırı görülerek yargılandı, beraat etti (1966), 12 Mart muhtırası sonrası, gizli örgüt kurmak savıyla , Azra Erhat ve Vedat Günyol ile birlikte tutuklandı (1971). Dört ay tutuklu kaldı. Yargılama sonunda beraat etti. 13 Ocak 1973'te, geçirdiği kalp krizi sonucu İstanbul'da öldü.

İlk yazısı ("Tenkid") Hakimiyet-i Milliye'de (Ulus) çıktı (1930, Ankara). 1934 sonrası Varlık, Ağaç, Tan, Kültür Haftası, Edebiyat, Ülkü, Vatan, İnsan, Tercüme, Yaprak, Ulus, Yeni Ufuklar, Yeditepe, Vatan, Akşam, Tanin, İmece.. gibi gazete ve dergilerde edebiyat ve görsel sanatlar konularında inceleme, deneme ve eleştiriler yazdı, çeviriler yayımladı. Fransız, İngiliz, Rus, Yunan, Latin edebiyatlarından ellinin üzerinde yapıtı Türkçeye kazandırdı. Azra Erhat, onun çeviri uğraşısını değerlendirirken, şunları söyler: "Sabahattin Eyuboğlu çevirileriyle Türkiye'nin ve Türk insanının çağdaş kültür düzeyine ulaşması, giderek onu geçmesi için bilmesi, tanıması gereken uluslararası varlıkların dilimize kazandırması için geceli gündüzlü çeviriye vermiştir kendini. Onu yalnızca usta bir çevirmen olarak bilenler yanılırlar tümden. Çeviri onun gözünde bir araçtı, öncülüğünü yaptığı yolda ardından yetişkin düşün ve sanat adamlarının çokça sayıda gelmesi için."

Denemeler (Montaigne, 1947), Oblomov (Gonçarov, E. Güney ile, 1945-49), Devlet (Eflatun, M.A. Cimcoz ile, 1959), Moby Dick (H. Melville, M. Urgan ile, 1960), Masallar (La Fontaine, 1960), Ermiş Antonius ve Şeytan (Flaubert, 1968), Gargantua (Rabelais, A. Erhat ve V. Günyol ile, 1973), Hesiodos Eseri ve Kaynakları (A. Erhat ile, 1977) en tanınmış çevirileridir. M. Ali Cimcoz ile çevirdikleri Eflatun'un Devlet'iyle 1959 Türk Dil Kurumu Çeviri Ödülü'nü, Mavi ve Kara adlı deneme kitabıyla da 1960 Ataç Armağanı'nı kazandı.

1955'te Mahzar Şevket İpşiroğlu ile birlikte başlattığı Anadolu uygarlığının kaynaklarına yönelik belgesel film çalışmalarını Macit Gökberk ve Aziz Albek'le sürdürdü. Bu çalışmalarının ilki Hitit Güneşi 1956 Berlin Film Festivali'nde ikinci oldu ve "Gümüş Ayı" ödülünü kazandı. Bu dizinin diğer önemli çalışmaları şunlardı: Anadolu Ormanları (1956), Surname (1959), Karanlıkta Renkler-Göreme (1959), Anadolu'da Roma Mozaikleri (1959), Anadolu Yolları (1959), Eski Antalya'nın Suları (1965), Ana Tanrıça (1966) ve Karagöz'ün Dünyası.

YÖNETMENLİĞİNİ YAPTIĞI BELGESELLER

Hitit Güneşi - 1956
Anadolu Ormanları - 1956
Surname - 1959
Anadolu Roma Mozaikleri - 1959
Karanlıkta Renkler : Göreme - 1959
Anadolu Yolları - 1959
Yaşamak İçin - 1963 / Sabahattin EYÜBOĞLU, Şakir ECZACIBAŞI
Nemrut Tanrıları - 1964
Eski Antalya'nın Suları - 1965
Ana Tanrıça - 1966
Karagözün Dünyası - 1972
Siyah Kalem - 1973
Küskün Adam -
Halk Oyunları : Akdamar -

KATILDIĞI FESTİVALLER VE ÖDÜLLERİ

Karagözün Dünyası - Complutanse Üniversitesi, 2. Uluslararası Bilimsel ve Öğretici Sinema Şenliği. 1972
Karagözün Dünyası - 2. Uluslararası Bilimsel ve Öğretici Sinema Şenliği, İkincilik Ödülü, "Gümüş Kuğu" 1972
Hitit Güneşi - Berlin Film Festivali, İkincilik Ödülü, "Gümüş Ayı" 1956
Hitit Güneşi - 8. Ankara Uluslararası Film Festivali
Siyah Kalem - Mansiyon kazandı. 1957

İşte tanıtmaya çalıştığım bu iki aydın yaptığı "Hitit Güneşi" adlı belgeselle Berlin Film Festivali’ne belgesel film dalında katılıp ikincilik ödülü Gümüş Ayı’yı kazanarak Türk belgesel filmciliğine uluslararası boyutu açmış bir belgeseldir.

Ne yazık ki bu çok değerli belgeselimize internet ortamında ulaşmak söz konusu değildir. Bu sizlerin özel çabalarıyla oluşan bir kazanım olacaktır.

Ülkemizde bir çok şey yapılırken belgesel filmcilik adına da yapılan doğruları ortaya koymakta fayda var. Hitit Güneşi izlenmeden Türk belgeselleri hakkında cümleler sarfetmeyi doğru bulmuyorum.

Gerçekten öylesine fazla belgesellerimiz var ki ve dağ taş aslına bakacak olursanız belgesellerle doluyken doğru isimlerin telafuz edilmiyor olması bizim ayıbımızdır.


sanem uçar

5 yorum:

  1. Hiç bilmediğim bir belgeseli izlemiş oldum.

    Geldiğimiz nokta acı geldi bana. Aslında bugünden çok daha ilerde olduğumuzun bir göstergesi gibi belgesel. Oysa çekilme aşamasındaki amacı çok daha farklıyken bugün için bizlere ne denli gerilerde kaldığımızı gösteriyor.

    Çok daha onurlu bir devlet görüntüsü içimi sızlattı.

    Öyle güzel işliyorsun ki konuları, blogtan her çıkışımda farklı bir tat alırken, bilgilenmiş olarakta ayrılıyorum.Bütün bunları son derece doğal akışında yapıyorsun üstelik. Bir şey öğretmeye kalkışmadan kendiliğinden gelen bir aydınlanma..

    Sanırım bu konu devam edecek, merakla bekleyeceğim.

    YanıtlaSil
  2. Teşekkür ederim Adan

    Evet henüz son söz söylenmedi bu konuda.Ancak çok fazla uzatmak niyetinde değilim bunca belgesel bolluğunda kayda değer çok az belgesel var ne yazık ki.

    Umarım yanılıyorumdur, birileri çıkar "şunlar, şunlar" var diye eleştirir beni ve sözü edilenlerde belgesel olma niteliğindedir:)

    YanıtlaSil
  3. "Hitit Güneşi" belgeselinden daha yeni haberim oldu. 1954 yılında bu kadar muhteşem bir eser yapılmış, üstelik benzerlerinin de devamı gelmiş. Bir tarafta "Nemrut Dağı Tanrıları" ve "Ana Tanrıça" gibi benim ilgi alanıma giren çok önemli bir çok belgesele de imzasını atmış bir usta... Bir tarafta bu eserlerden uzak tutulmuş Anadolu insanı... Yıl olmuş 2014, ama bu belgeselleri izlemek isteyip de izleyememenin de kimin ayıbı olduğu gayet açık ortada. Her şeye rağmen Türk insanının öğrenme isteğini kimse engelleyemez. Sizden ricam, gün olur, bu belgesellere ulaşırsanız, sadece bir mesaj atmanızdır dileğim. Hazırladığınız sayfalardan, içinde, öğrenme ve öğretme aşkı olan biri gibi duruyorsunuz. Şimdilik sadece belgesellerle ilgili makalelerinizi inceledim. Müzik konusu tam olmasa da benzer müzik zevkimiz söz konusu gibi görünüyor.
    Saygılarımla,

    YanıtlaSil
  4. Bu konu da da size söyleyebileceğim tek şey şudur;

    Hemen herkes garip bir şekilde belgesel yapımıyla ilgilenmeye başladı. Belgeselin ne olduğunu bilmeden ve bu anlamda ülkemizde son derece önemli çalışmaların yapıldığının farkına varmadan son derece anlamsız ve de zevksiz bir çalışmayla bizlere belgesel diye yutturulan çalışmalara tepki olarak bu araştırmanın içine daldım.

    Belgesellere özel bir ilgi duyduğumdan burada aktardığım çoğu belgesele sahibim. Hitit Güneşi elime geçtiği anlada sizinle paylaşacağımdan emin olabilirsiniz.

    YanıtlaSil
  5. Bu yapımları, Türk milleti ile buluşturmayan zihniyetin, Devrim Arabalarını engelleyen zihniyet ile aynı yapıya hizmet ettikleri konusunda hiç bir şüphem olmadığı gibi, bu engellemelerin bilinçli yapıldığını gördükçe, Türk milletinden tarihimiz hakkında çok ciddi belgeler saklandığı konusundaki inancım giderek kuvvetleniyor.

    Bu arada sanırım hala bu belgeseller ortada yok...

    YanıtlaSil

yorumunuz incelendikten sonra yayınlanacaktır