31 Aralık 2011 Cumartesi

Kimbilir belki bu yıl...




Kimbilir belki bu yıl insanlar aklını başına toplar.

Siyasilerin kirli politikalarına karşı duruşu geliştirir, unutulan insana ait değerlerin yaşanmasına izin verir.

Çoğunlukla kahkahaların yankılanması izler haykırışların yerini...

Bir çocuk saflığıyla yaşam bulur herşey.

İyi ki geldim mavi dünyaya diyerek; bulutlara, güneşe, ay a , mavi gezegenin tüm güzelliklerine "merhaba" der, özenle korur tüm güzellikleri.

İnsan olmanın mutluluğunun gerçeğine ulaşarak dokunur biribirine tüm parmaklar, beyaz, siyah, sarı demeden.

İnsanlığa ait ortak bir dille "hoşgeldin yeni yıl" diyerek olanaksızı olanaklı hale getirir.

Çok şey mi istedim?

Kimbilir....

Gelsin bakalım yeni yıl , umutları ve sevinçleri içinde taşıyarak...



sanem uçar

20 Aralık 2011 Salı

Koçum Benim!




Son zamanlarda etrafımızda sıklıkla gördüğümüz cümleler nelerdir, hiç dikkatinizi çekti mi?

Benim gözüme çarpan bir kaç cümleyi yazayım;

"Geç kalmaktan değil, vazgeçmekten korkun"

" Ruhsal zekanız ne kadardır?"

"Gülümseyin, beyninizi besleyin"

"Başarınızı görünür kılın"

"Fark etmez demeyin, fark eder"


"Geçmişin geçip gitmesine izin verin"


Uzayıp gider bu sözler bu sebeple bu kadarı yeter diyeceğim. Pekii nedir bunlar?

Bizleri, sözüm ona bu anlamsız hayatta daha başarılı ve tutunabilen kişiler yapabilmek adına işin içine bilimselliği de kattıklarını iddaa ederek, insanların ne yapacaklarını daha da bilemez bir hale getiren sistemin araçlarından sadece bir tanesi diyeceğim.

İletişim araçları vasıtasıyla hemen her yerden bir şekilde bizlere ulaşabilen kişisel gelişimimizi güçlendirmeye yönelik sloganlarla dolu bir dünyada tamamiyle mekanik bir halde yaşadığımızı sanırım çoğumuz farkında bile değil.

Bana göre işin en trajik tarafı bu anlamda öğütlerle dolu cümlelerin son derece doğal hale gelmiş olması. Bol miktarda ne yapacağını sana fısıldayan ve psikolojinin tamamiyle tersi bir mantıkla sizi başkalarıyla kıyaslayarak en iyi olarak değerlendirilen kişilerin kapasitesine gelmenizi sağlama yöntemleriyle dolu söylem biçimleri...

Bireyi olduğu gibi kabul etmeyen ve sistemin istediği biçime gelebilmesi için aslında bireyi ret eden, ama sanki bireyin yanındaymışcasına uzatılan anlamsız yardım eli....

İşin en acı tarafı insanı gittikçe mekanikleştiren bir yapıyı gizleyerek tam tersi bir söylemle karşımıza çıkmaları. Reçetelenmiş ve kurallar haline getirilmiş kavramlarla tek tipte insan oluşturmaya yönelik bir amacın çoğunluk tarafından fark edilmeyerek gittikçe artan bir ivmeyle ihtiyaç duyulur hale getirilmiş olması gözden kaçan taraflar...

Uzun zamandan beri insanların gittikçe yalnızlaştığı ve kendi kabuğuna çekildiği bilinen bir gerçek. Doğal olarak bir şekilde iletişim şeklimizin değişmesi ve birbirimizle iletişim halinde olamamanın beraberinde getirdiği bir çok sancıyla yalnızlaşan insan, mutsuz. Mutsuzluk beraberinde başka olumsuzlukları yaratırken katlanarak büyüyen bir yalnızlığı var insanın.

Sadece yalnızlık mı?

Hayır, aynı zamanda başarısızlık, umutsuzluk şeklinde başka iç açıcı olmayan duyguları da taşımakta insanoğlu.

İşte tam bu aşamada karşımıza çıkmakta psikoloji. Herşeye rağmen çözüm bulmaya yönelik çabaları olmakla birlikte son zamanlarda var olan sisteme insanı entegre etmenin dışında bir şey yapamayacağını anlayabilmiş olması psikolojinin yerini Yaşam Koçlarına vs. bırakmış olduğunu ortaya koyuyor.

Psikolojinin en azından kendine özgü etik bir duruşu varken, "Yaşam Koçluğu" gibi son zamanlarda türeyen bu yeni olgunun hiç bir etik tarafı da yok üstelik. Gittikçe artan bir ihtiyaçla piyasaya bu anlamda sürülmüş onlarca kitap serilerinden kazanılan parayla ve seanslarla yine birileri çok mutluyken, kitapları okuyanlar tarafından uygulamaya sokulan eylemlerle karman çorman olmuş bir ilişki yumağının tam ortasındayız.

Çok daha iyi bir eş, çok daha iyi bir anne yada baba, başarılı bir insan gibi misyonlarla kuşattığımız benliğimize kendimizle hiç uyuşmayan bir elbise giydirdiğimizi ne zaman fark edeceğiz?

Kaybettiğimiz zaman mı?

Yoksa kaybettiğimizi farkına bile varamayan aşamada mıyız?

sanem uçar

11 Aralık 2011 Pazar

Der Himmel über Berlin




İzlediğim filmler arasında bende derin etkiler bırakan filmlerden biri de Der Himmel über Berlin'dir. 1987 Almanya -Fransa ortak yapımı olan film şiirsel anlatımıyla gerçekten büyüleyicidir. Bizler filmi 1989 yılında 8. Uluslararası İstanbul Film Festivali kapsamında ilk kez izledik.

Yeni Alman sinemasının öncü yönetmenlerinden Wim Wenders filmin yapımcılığını da üstlenmiştir. Eğer Rilke seviyorsanız bu filmi sevmeme ihtimaliniz yoktur. Çünkü film onun şiirlerinden esintiler taşır.

Film siyah beyaz olmakla birlikte kısmen renkli görüntüler de vardır. Berlin şehrinde diğer insanların görüp işitmediği , sadece çocukların görebildiği Damiel ve Cassiel bir melek olarak çevrelerini ve insanları gözlemektedir.Çok uzun zamandan beri hatta zamanın başlamasıyla birlikte gökyüzünde bir yerdedirler. Doğal olarak çağlar boyunca insanların değişimlerine tanıklık ederken hiç bir müdahale de bulunmamaktadırlar.

Yeryüzünde insanların davranışlarını ve düşüncelerini takip ederken bazen de insanlara moral ve destek verirler.Ancak bu insanların hiç farkında olmadan gerçekleşen eylemlerdir.

Aşağıda ise Marion adındaki trapez yıldızı hüzünlü ve mutsuz olduğu zamanlarda bile kendini teskin edebilen, intihar etmek isterken dahi yaşamak için kendince geçerli sebepler üretebilen özellikleriyle bu meleklerden Damiel in ilgisini çeker ve ona aşık olur.

Bu aşamadan sonra var oluşunu sorgulamaya başlar.Marion’a aşık olan Damiel için artık insan olabilmek için varoluşundan beri dünyanın gelişimine tanıklık eden görevinden bir nevi istifa etme düşüncesi ortaya çıkar.

Filmde özellikle görüntülerden de söz etmek gerekiyor. Evet film siyah beyaz başlarken bazı sahnelerde filmin renklenmesi yönetmenin vermek istediği duygu ve düşünceyle öylesine güzel örtüşüyor ki, yalnızlık, acı ,hüzün ve özgürlük gibi kavramları bir kez daha sorguluyorsunuz.

Film; 17 Mayıs 1987'de ilk gösteriminin yapıldığı Cannes Film Festivali'nde Altın Palmiye ödülüne aday gösterilmiş, Wim Wenders bu festivalde "en iyi yönetmen"ödülünü almıştı.BAFTA ödülüne de aday gösterilen film çeşitli yarışma ve festivallerde 15 ödül daha kazanmıştır.

Filmde ara sıra dış ses olarak duyulan Çocukluk şarkısı adlı şiirde oyun yazarı Peter Handke tarafından yazılmıştır.



Çocuk çocukken bir keresinde
yabancı bir yatakta uyandı...
...ve şimdi hep tekrar uyanıyor.
Bütün insanlar güzel görünürdü,
şimdi ise sadece bazen.
Cenneti gözünün önüne getirebiliyordu,
şimdi ise tahmin ediyor.
Hiçliği düşünemezdi...
bugün ise ürküyor.
Çocuk çocukken zevkle oyun oynardı.
Şimdi ise ancak iş yapınca
yoğunlaşabiliyor.

Buraya ilk gelişimizi hatırlıyor musun?
Tarih henüz başlamamıştı.
Sabah ve akşam oluyordu.
Biz sadece ne olacağını
beklemekle geçiriyorduk.
Nehrin yatağını bulması uzun sürdü.
Duran suyun akmaya
başlaması uzun sürmüştü.
Ezeli akan derenin yatağı.
Hatırlıyorum da bir gün,
bir buzul burada doğurmuştu ve
buzdağları kuzeye yelken açmıştı.
Bir keresinde de yeşil yaprakları...
ve üzerinde boş bir kuş yuvası olan
bir ağaç sürükleniyordu akan suda.
Yıllarca sadece balıklar atlamıştı.
Sonra arı topluluğunun
boğulduğu an geldi.

Daha sonra iki geyik güreşmişti.
Sonra sinek ve boynuz bulutu...
...dallar gibi önümüzden akmıştı.
Yerinden doğrulan hep otlar olurdu.
Yabani kedilerin, yabani domuzların,
ve manda leşlerinin
üzerinde büyürlerdi.
Hatırlıyor musun, çayırların arasından,
bir sabah bizim uzun
zamandır beklediğimiz...
...iki ayaklı suretimiz çıkmıştı.
Alnına otlar yapışmıştı ve
ilk çıkardığı ses bir nida olmuştu.
Ne demişti "ah" mı,
"oh" mu, yoksa "of" mu?
Yoksa sadece bir inleme miydi?
Nihayet ilk defa
bu insanlara gülebilmiştik.
O nidadan ve sonradan gelenlerin...
...sesleriyle konuşmayı öğrenmiştik.

Çok uzun bir hikaye.
Yukarıda gökyüzünde güneş,
şimşekler, gök gürültüsü.
Aşağıda yeryüzünde ise
ateş yerleri, zıplamalar
daire biçiminde danslar,
semboller ve yazı.
Sonra birisi çemberi kırıp
dümdüz koşmaya başladı.
O öylece dümdüz koşarken...
ve bazen de belki
eğriler çizerken
çok hür görünüyordu ve
biz yine ona gülebiliyorduk.
Ama sonra birden bire
zikzaklar çizerek koştu.
Taşlar uçmaya başladı.
Onun kaçışıyla başka
bir tarih başladı;
Savaşların tarihi.
Hala devam ediyor.

Ama ilk tarih de devam ediyor.
Otların, güneşin, zıplamaların,
nidaların tarihi hala sürüyor.
Hatırlıyor musun, bir gün
şuradaki asfaltı açmışlardı.
Ertesi gün Napolyon'un
geri çekilişi başlamıştı.
Bir sonraki gün
tekrar asfalt kaplanmıştı.
Bugün o izlerin üzerini,
eski bir Roma yolu gibi otlar bürüdü.
Peki ya tank izleri?
Biz seyirci bile değildik,
bunun için sayımız hep çok az oldu.
- Gerçekten istiyor musun?
- Evet.
Kendi tarihimi kazanmak istiyorum.
Zamansızlıktan aşağıya
bakışımdan bildiklerim.
Ani bir görüntüye dayanmaya,
ani bir çığlığı bastırmaya,
ani bir kokuya dönüşüyor.
Yeterince uzun
zamandır burada yoktum.
Dünyanın dışındaydım.
Haydi bakalım,
dünya tarihinin içine.
Veya eline sadece bir elma al.
Bak, suyun üstündeki tüye,
kayboldu bile.
Bak asfaltın üstündeki fren izlerine.
Ve şimdi şu izmarit,
nasıl yuvarlanıyor.
Erken kabaran derenin kuruması...
ve bugünün yağmur
birikintilerinin titremesi.
Dünyadan çıkıp dünyanın
arkasına geçmek.
İlginç bir çizim bir sorunu.

Eski insanlardan duyduğum,
ancak bugün anlayabildiğim bir deyiş var.
"Ya şimdi ya hiç" geçit anları.
Ama başka karşı kıyı olmayacak.
Geçit, suda olduğumuz müddetçe vardır.
Haydi, zamanın ve
ölümün geçidine girelim.
Biz doğmamışların gözlem
yerinden aşağıya.
Seyretmek, aşağı bakmak değildir.
Göz hizasında gerçekleşir.
Ve sizin
Zamanı, tanıyamayacak
kadar çok renginiz var.

Gerçekten çok usta bir yönetmen Wenders. Ulusal kimlik arayışının ötesinde kent mekanları, etik bir davranış ve estetikle birleşerek mükemmel bir öykücü haline getirir yönetmeni. Ve bu film sadece Almanya 'nın değil, tüm dünyada gittikçe yalnızlaşan modern kentin insanlarının hikayesidir.



sanem uçar

3 Aralık 2011 Cumartesi

Beni anlamalısın




Seni özledim Oğuz....


Beni anlamalısın. Çünkü ben kitap değilim, çünkü ben öldükten sonra kimse beni okuyamaz, yaşarken anlaşılmaya mecburum. “Bu kalbin, birini sevmeğe ihtiyacı vardı. Ve sen bunu anlamadın. Ve bana eziyet ettin. Ve eziyet ettiğini bilmedin. Göz yaşımı silmedin.” Albay, “Soytarılık etme Hikmet,” dedi. “Ve ben, senin bilgisizliğinin artmasına izin verdim. Fakat hiçbir şeyi unutmadım. Ve hepsini aklıma yazdım.

Ve sana izin verdim ki, bilmeden yaptığın eziyet artsın. Ve sonunda artık dayanamıyorum diyebilmek için ben de bilmeden bu oyunu oynadım sana. Ve bulaşıkları yıkadım. Ve bütün sözlerimi yarıda kesmene izin verdim. Ben ki, bu konuda kimseye yetki vermemişimdir.

Oysa, elimin tersiyle seni yıkabilirdim. Bıraktım ki, sen kendi sonunu hazırla. Ve bana bütün yaptıklarını bir bir aklımda tuttum. Derler ki tarla kuşu bütün gece öttüğü zaman, tarla faresi bütün ihtiyatı elden bırakır ve yuvasından çıkarmış.

Ve beni deliğimden sen çıkarmıştın. Ve sonra bütün hayallerimi yıktın. Yönetimi eline aldın.

Ve sonra birlikte sokakta yürürken, istediğin yerden karşı kaldırıma geçmeğe cesaret ettin.

Ve önce kelime vardı; sen, önce vitrin vardı dedin. Ben konuşurken vitrini seyretme cüretini gösterdin.

Hangi renklerin güzel olduğunu,
hangi şarkılara duygulandığını,
güzel kadının tanımını,
tabloları duvara nasıl asmak gerektiğini,
hangi yazarların büyük olduğunu,
hangi renklerin yanyana gelebileceğini,
ikinci sınıf bestecilerin kimler olduğunu,
misafire pijama ile çıkılıp çıkılamayacağını,
ne biçim bir evde yaşayacağımızı,
duvarları nasıl boyayacağımızı,
hangi gömlekle hangi kıravatı takacağımı,
hangi devlet düzeninde yaşanabileceğini,
hangi devlet düzeninin insan ruhunu öldürdüğünü,
insan insanın kurdu muduru,
aşkın ölümsüz olup olmadığını,
dünyanın en büyük oyun yazarının kim olduğunu,
yatağın neresinde yatacağımı,
yatağın neresinde yatacağını,
şu makaleyi nasıl buldun canımı arkadaşların canımı sıkıyor canımı,
ben bu akşam biraz dışarı çıkmak isteyebilir miyim canımı,
o canımı, bu canımı, her türlü canımı hep önce bana söylettin.

Ve sonra yargılarıma katılmadın. Önce sen söyleseydin ve ben sana katılsaydım. Ve bana tuzak kurdun. Ve bana ilk sözü söyletmekle dönüşü olmayan yola ittin beni. Derler ki hamam böceği, evli çiftler mutlu uykularındayken, yatak odalarının perdelerinde gezermiş. Aslında bütün cadılar, hamam böceği kadar küçül yaratıklarmış. Bütün ecinni tayfası ve ecinni kaptanı, hamamböcekleri ve mutluevlilerinyuvalarınıyıkıcı cadılar, biz uyurken yeraltı faaliyetinde bulunurlarmış. Herkeslerin kulaklarına fısıldarlarmış: Senisevmiyorsevseydi sen kitap okurken sırtını çevirip uyumazdı; senisevmiyorsevseydi sen o filmi anlatırken, ceketinin dışına çıkan gömlek yakasını düzeltmezdi; senisevmiyorsevseydilerin bütün çeşitlemelerini uygularlarmış. Tahtakurusunun salgısında bile, senisevmiyorsevseydiden varmış. Bu nedenle sabah uyandığınızda bileğinizin içini kaşırken, beni gene tahtakurusu sokmuş demenizle birlikte karınızın, hayır canım pire ısırığına benziyor demesi bu yüzdenmiş.” Hikmet yorulmuştu. İnsan nasıl durur, bilmem ki, “Ve her şeyi bana başlattın ve istediğin gibi bitiremediğim için ha-ha dedin…

Oğuz Atay / Tehlikeli Oyunlar