23 Ağustos 2010 Pazartesi

Çay Bahçeleri




Yaşamımda önemli yer tutan alanlardan biridir çay bahçeleri...

Yoğun geçen bir günün ardından biraz soluklanmak için durduğum, çok sevdiğim içecek olan çayı büyük bir keyifle yudumladığım, bazen dostlarımla hoş muhabetlere daldığım, bazen de kendi başıma elimdeki kitapla bütünleştiğim bir sığınak...

Kendimi bildiğimden beri soğuğu pek sevmeyen ben için sıcak günlerin başlama anıdır aynı zamanda.Sanki insanlar daha mutluymuş gibi gelir bana sıcak aylarda ve çay bahçelerinin sezonu açmasıyla çocukların kahkahası, insanların yüzüne yansıyan mutlu ifade yankılanırken etrafta huzur bulduğum mekan demektir çay bahçeleri.

Çay bahçeleriyle ilk tanışıklığım Hamburg tan ailemin bizleri Erzincan da anneannemlerin yanına bıraktığı o yedi yaş civarına denk gelir.

Bambaşka bir dünyadan Erzincan da son bulan serüvenin ardından ilk kez yakından gördüğüm aile büyüklerimin bizleri Erzincan a alıştırma seanslarından birinde gitmiştik o çay bahçesine.

Her zaman yaşamımda önemli bir yer tutan ve daima tutacak olan sevgili küçük dayımın önderliğinde oturmuştuk o tahta sandalyelere.

Alışık olduğumuz her şeyi geride bırakıp var olanlarla sürecek olan yeni yaşantımızda ilk hoşuma giden ve beni kendine çeken şey ortada büyük bir havuz ve etrafa fıskıyelerle dağılan suların kendine özgü akışı, çevreyi saran ağaçlarla kaplanmış hoş serinlik ve önümüze konan o sade gazoz un kokusu ve tadı çocukluk anılarımın en güzel anılarıdır.

Kendimi önemli hissettiğim bir yerdir aynı zamanda. Belki tekrar Almanya ya dönecek olan ailemin bizlerden ayrı geçireceği yıllar için verilen bir rüşvet gibi her istediğimizin önümüze gelmesi çocuk dünyamda yabana atılacak bir şey değildi.

Çayın tadını henüz keşfedememiş ben için büyüklerin gazoz yerine hemde semaverde çayı tercih etmesi şaşkınlık yaratmış olsa bile kendi dünyamda kurduğum mutluluğun içinde çok ta fazla sorgulamadığım bir seçimdi.

Daha sonraki yıllarda da çay bahçeleri önemini hep korudu.Özellikle üniversite yıllarında henüz yok edilmemiş Pasaport sahilinde okuldan çıkar çıkmaz eve gitmeden arkadaşlarımızla soluklandığımız anlardaki kahkahalar veya tartışmalar belleğimde önemi korumaya devam ediyor.

Garip bir büyüsü vardır çay bahçelerinin. Basitlik basitlikmidir sorusunun belkide en iyi yanıtını verecek bir gücü vardır. Son derece basit bir düşünce yapısıyla, basit malzemelerle büyük dünyaların yaratıldığı alanlardır benim için.

Kimlerin durak yeri olmamıştır ki?

Aşıkların, dostların, ailelerin, şehre yeni adım atanlarıın, şehirden ayrılacak olanların....

Boşluk doldurulabilir:)

Ne yazık ki hemen her yerde yitirdiğimiz alanlardan biridir çay bahçeleri. Yerini çok daha farklı bir yapıyla daha modern mekanlara cafelere terk etmiş olması çok fazla hoşuma gitmiyor, hemde hiç gitmiyor.

Çocukluğuma ait anılar, yada bana ait anıların bir kısmı elimden alınmış gibi hüzün duyuyorum yok edilen çay bahçeleriyle.

Efsunlu kentten uzakta geçen bu yaklaşık iki ay çay bahçelerini tekrar görebilmenin umuduyla geçti. Ege kıyılarının hemen her yerinde dolaşmaya çıkan ben Selçuk ta çocukluk anılarıma bir kez daha kavuştum.

Muhteşem bir çevre düzenlemesiyle olağanüstü güzel bir çay bahçesi yaratmış Selçuk halkı.

Çok uzun zamandır duymadığım mutluluğu bana tattıran çay bahçesinde içilen çayın tadı da başkaydı doğal olarak.

Bir parça Erzincan vardı, bir parça Pasaport, bir parça Kalamış,bir parça hüzün, bir parça mutluluk,buram buram özlem,alabildiğine yaşam....

sanem uçar

16 Ağustos 2010 Pazartesi

Çığlık




Bu başka bir mapusluk

içime hapsoldum...

Tutmaz bacaklarım bu bedeni

kıpırdamaz

ne ellerim, ne kollarım

düşüncelerin cehenneminde

nefessizim...



sanem uçar

13 Ağustos 2010 Cuma

Virginia Woolf



Bir müzik eğitimcisine müzikteki en önemli olgu nedir diye soracak olursanız alınacak cevaplar çok fazla çeşitlilik göstermez.

Müzik; ritim, armoni ve melodiden oluşur. Kuşkusuz müziğinde evrendeki hemen herşeyin de en önemli unsurlarından biri ritimdir.

Çevrenize bakın ritimsel olmayan bir şey göremeyeceksiniz.

Evrendeki her şey ritimseldir. Gece gündüzün oluşu, mevsimler hepsi belli bir ritmi takip eden olgulardır.

Rüzgar oturduğum yere yasemin kokularını getirirken bunları düşünüyordum ve ister istemez yıllarca önce ilk kez okuduğumda büyük bir vurgun yemiş gibi hissettiğim Virginia Woolf un dalgalar romanını anımsadım.

Bir kaç kez daha okuyacaktım sonraları. Her okuyuşumda bir öncekinden farklı tatları yakalayacaktım.

Bence muhteşem bir roman.

Ona roman mı demeliyiz?

Öylesine farklı bi kurgusu var ki, 1931 de yayımlanan yazmak için tam üç yıl emek veren Virginia Woolf gerçekten o zamana kadar yapılmamış bir şeyi deniyordu.

Düz yazı gibi olsa da içinde şiirler de önemliydi. Üçü erkek üçü kadın kahramanların çocukluktan başlayan yaşamları ritimsel özelliklerle yaşlılığa taşınırken bir olay örgüsü içinde değildi aktarılanlar.

Alışılmış gerçekçi roman yapısının tamamiyle dışında bilinç akışı tekniğiyle yazılan en önemli romanlardan biridir.

İşte bu sebeple ilk okuyuşumla daha sonraki okuyuşlarım arasında göremediğim, gözünden kaçanları yakalayabilme olanağı bulurken yaşamın gerçeği olan ritimsel döngüye ister istemez uyduğumu fark ediyordum.

Virginia Woolf benim için en önemli yazarlardan bir tanesidir.

Dalgalar romanına dönmeden biraz bu kadın yazar hakkında bilgi vermek istiyorum.



Aristokrat bir ailenin çocuğu olarak 1882 yılında Londra da dünyaya geldi. Babası Sir Leslie Stephen Victoria devri döneminin tanınmış yazarlarındandı. Annesi Julia Duckworth ,Virginia Woolf onüç yaşındayken ölmüştür.

Edebiyatçıların eserlerini incelediğimizde tüm eserlerinde olmasa bile eserlerinin büyük bir kısmında kendi yaşantılarından örnekleri kurguladıklarına inanmışımdır.

Virginia Woolf un da eserlerine baktığımız zaman onun yaşantısından kesitleri bulabilmemiz söz konusudur. Edebiyat dünyasında çok önemli bir yere sahip bu kadın edebiyatçının yaşamı da bir hayli ilginç olduğundan yaşamındaki olayların onun edebi kişiliği hakkında bilgi verdiğini düşünmüşümdür.

Victoria dönemi İngiltere için bir hayli ilginç dönemlerden biridir. Kadınların ikinci planda olduğu ve erkeklerini mutlu etmek üzerine kurgulanmış yaşamlarında Virginia Woolf da bu dönemin özelliği gereği okula gönderilmemiş babasının yardımıyla kendi kendini geliştirmiş yazarlardandır.

Babasının çok zengin kütüphanesi Virginia Woolf un yazar olma tutkusunu ateşleyen en önemli etkenlerden bir tanesidir.Yazar olmaya karar verdiğinde 1895 te kısa hikayelerini bir gazete de yayımlatmayı başarmıştır.O dönem yazılarında karşı olduğu Victoria tarzı yaşama karşı duruşu görebilmek mümkündür.

Babasının ölümüyle birlikte Bloomsbury Grubu adı verilen o dönem önemli edebiyatçıları içinde barındıran guruba dahil olarak o dönem için oldukça özgürlükçü bir düşünce yapısıyla kendine özgü duruşunu geliştirir.

Bu gurubun büyük bir çoğunluğunun eşcinsel veya biseksüel olması Virginia Woolf un da bu anlamda bilinen bir yazar olmasını doğurmuştur. Aynı zamanda çocukluk yıllarına ait yaşamış olduğu üvey kardeşleri tarafından cinsel tacize uğramış olması ve bu konu da uzun yıllar sesini çıkaramamış olması onun cinsel seçiminde etken olabilir.

Çocukluğuna ait bu olumsuz anıları romanlarında kahramanlarının duygu ve düşünceleriyle ortaya koymaktan hiç çekinmez.

1912 yılında Leonard Woolf ile evliliği bir çok anlamda Virginia Woolf un hayatındaki denge unsurlarından biridir.Evlilikleri cinsel açıdan pek yeterli olmasa da eşinin Woolf için bir basımevi kurması işini bir hayli kolaylaştırmıştır.

Eserlerine göz attığımızda başlıca eserleri şunlardır;

Dışa Yolculuk (1915)
Gece ve Gündüz (1919)
Jacob'un Odası (1922)
Mrs. Dalloway (1925)
Deniz Feneri (1927)
Orlando: Bir Yaşamöyküsü (1928)
Kendine Ait Bir Oda (1929)
Dalgalar (1931)
Londra Manzaraları (1931)
Flush, Bir Köpeğin Romanı (1933)
Yıllar (1937)
Üç Gine (1938)
Perde Arası (1941)
Virginia Woolf'un Günlükleri
Pazartesi ya da Salı

Onun eserlerinden bazılarını Feminist hareketin başucu kitapları olarak kabul edilebilir. "Kendine Ait Bir oda " bunların başında gelir. Aynı zamanda bu eseri için en kolay okunabilen kitaplarınından biridir demekte söz konusudur. Konu açısından çok somut bir konuyu ele almış olması bu eseri en fazla okunan kitapları arasına sokmuştur.

Genel anlamda erkek egemen sanat anlayışında nicel olarak kadınların çok fazla yer almamış olması ve kadınlar arasından Shakespeare gibi bir dehanın çıkmamış olması bu anlamda kadınların erkekler kadar yetenekli olmamaları sonucuna götürmüştür insanları.

İşte Woolf bu anlamsız yaklaşıma cevap niteliğindedir yazmış olduğu kitap.Ve der ki;

“Para kazanın, kendinize ait ayrı bir oda ve boş zaman yaratın. Ve yazın, erkekler ne der diye düşünmeden yazın!..”

Aslına bakacak olursanız anne ve babası sayesinde sahip olduğu avantajlar Virginia Woolf un yaşama daha başlangıç aşamasında ayrıcalıklı olarak adım atmasını sağlamıştır. Yani onun her zaman "Kendisine ait bir odası" vardı.

Kendisine ait bir odası olan bu kadın herşeye rağmen ailesinde de sıklıkla görülen ruh sağlığına yönelik hastalıklar nedeniyle oldukça zor günler de yaşadı.

Yaşamınında bir kaç kez intiharı denemiş olan yazarın 28 mart 1941 yılında evlerinin yakınlarındaki Ouse nehrine ceplerine doldurduğu taşlarla atlaması ölümüyle son bulacaktı.

Akıl sağlığının yerinde olmadığı zamanlarda dahi yaşadıkları yada başına gelmiş herşey tarafından en ince ayrıntısına kadar incelendi ve deneyimleri yazılara aktarıldı.

İngiliz edebiyatının olduğu kadar Dünya edebiyatı içinde en önemli yazarlardan biridir.

Benim için tüm kitapları önemli olup "Dalgalar " adlı eseri en üst sıralardadır.

Bu sebeple bu yazıyı "Dalgalar" ile bitirmek isterim.



Güneş daha doğmamıştı

Dalgalar kıyıda parçalandı


Güneş; yükselmiş olan, sudan yapılma değerli taşlar arasından kesik kesik bakış fırlatarak yeşil şiltede gizlenmeyi artık bir yana bırakmış olan güneş, yüzünü açtı, dümdüz baktı dalgalar üzerinden...

Aşağıda dalgalar, titreşen maviden düzensiz fırlatılan ateş tüylü kargılarla delik deşikti...Dalgalar topladı kendilerini, sırtlarını kıvırdı, dağıldı


Kıyıya sokuldukça dalgaların ışığı çekilip alındı

Bahçede tam ağarırken bir o ağaçta, bir bu çalıda darmadağınık, düzensiz aralıklarla ötüşen kuşlar, şimdi bir ağızdan şakımaya başladı, ince, keskin; şimdi artık, arkadaşlığı biliyorlarmış gibi hep birlikte; şimdiyse uçuk mavi gökyüzü içinmişçesine tek başlarına. Kara kedi çalıların arasında kımıldadığında, aşçı külleri kül yığınına savurup onları ürküttüğünde, hepsi bir tek uçuşla yönlerini değiştirdiler


Yüzüm yok benim


Ben kimim? Bernard’dan, Neville’den, Jinny’den, Susan’dan, Rhoda’dan ve Louis’den söz edip durdum. Ben onların hepsi miyim? Bir tek ve ayrı mıyım? Bilmiyorum...


Ben bir tek kişi değilim; bir sürü kişiyim


Çekip çıkarsam kendimi bu sulardan. Ama onlar üzerime yığılıyorlar; kocaman omuzları arasında sürüklüyorlar beni; tepetaklak oldum; düştüm; serildim bu uzun ışıkların arasına, bu uzun dalgaların...


Süpüren ve kayaların en son kıyılarını aklıkla dolduran köpüğüm ben...


sanem uçar

5 Ağustos 2010 Perşembe

Ağlamak ile gülmek arasında




Hızla değişen ama değişimin gelişim olmadığı bir ülkedeyseniz her anlamda mutsuz olacaksınız demektir...

Ne demek mi istedim?

Çok şey ama neresinden başlayacağımı pek bilemiyorum, garip bir şekilde gülmek ile ağlamak arasında bir yerdeyim...

İnsanların yaşamlarında önemli anlar vardır. Bu önemli anlar mutluluğu da içerebildiği gibi mutsuzluğu da içerebilir ve aklımızda kalan hangisidir?

Üniversite yıllarım bir çok anlamda güzeldi. 80 li yıllarda üniversite öğrencisi olmanın beraberinde getirdiği zorlukları düşünmeyecek olursak İzmir gibi bir yerde müzik üzerine eğitim almak herşeye rağmen o zamanın gençliğinden biraz daha farklı yapıyor bizleri.

İzmir benim için son derece önemli bir kent, öncelikle sadece üniversite değil ortaokul, lise dönemi de bu güzel kentte geçti.Şu andaki İzmir ile hiç bağdaşmayan özellikleri vardı. Öncelikle kolaylığı vardı bu kentin ve doğal olarak bu kolaylığı sayesinde son derece güzel geçen bir üniversite öğrenciliği de yaşanmadı değil...

Zaman zaman dersleri kırmak istediğimizde her öğrenci gibi, çok az bir parayla şehre ait güzel kıyıları dolaşabilme imkanın vardı.

En büyük sığınaklarımızdan bir de Foça idi.

En ilkel koşullarda yaptığımız yolculukların sonucunda buraya vardığımızda , hangi mevsim olursa olsun otöbüsten iner inmez meydanın ara sokaklarındaki basit ama son derece lezzetli tatların olduğu kahvaltı salonlarından birinde iştahla yapılan kahvaltıların keyfini hala hatırlıyorum.

Baraka sayılabilecek balıkçı sığınaklarında tutulmuş birbirinden lezzetli balıklarla birlikte denizin kenarında kafaları çektiğimiz anlarda unutulacak anlar değildir.

Özellikle denizindeki hırçın tavır kendimizi dalgalara bıraktığımızda ailelerimize özgü haddimizi bildiren soğuk sözler gibiydi ama acıtmazdı bizleri.

Deniziyle oyun oynayabileceğin kıyı şeridi hemen hemen yoktur bu yerin. Yüzmeyi bilmek zorundasın, hemen derinleşen sularıyla ,kayalarıyla, kestaneleriyle , su yüzeyinde durabilmen için kulaçlarının sağlam olması gerekir.

Meydanında sessizlik hakim sürerdi, oradan buradan yankılanan müzikleri duymazdınız. Doğanın müziğinden başka ses yoktu, baskın olan seste daima dalgaların sesi olurdu.

Ve doğal olarak her kaçışımızdan sonra evlerimize dönerken kendimizi her anlamda arınmış hisserdik ve önemli...

Neden mi önemli?

Biz müzik eğitimi alan gençlerdik ve yetenekliydik. Yanımıızda getirdiğimiz çalgılarla ve yok olabileceğini hiç düşünmediğimiz en doğal çalgımız seslerimizle kendi müziğimizi yaparken bir numaraydık kendimizce ve gelecek günlerde aldığımız bu eğitimin bu ülkede başa bela olan bir olgu olduğunu aklıma asla getiremezdim.

Evet, kesinlikle birine beddua etmek istiyorsanız kullanacağınız cümle bellidir;

"Müzik eğitimi alırsın inşallah ve bu ülkede yaşamak zorunda kalırsın...."

Okul yılları geride kaldıktan sonra da geldim Foça ya. Çok uzun süreli bir kalış olmadı açıkcası ve gözümden kaçan şeyler ne çokmuş bu yıl çok daha iyi anladım.

Bilirsiniz askeri bölgelerin kendilerine özgü bir korunaklılığı vardır. Daha yeşilliktir ve yapılaşmaya izin verilmediğinden sanki kurtarılmış bölgedir.

Burası da askeri bir bölge olduğundan bu yıl Foça da gördüklerimi göreceğimi hiç düşünmüyordum.

Üstelik yine bu bölge fokların Türkiyede yaşayabildiği tek alan olduğundan korunan bir bölgedir.

Bir aydan beri Foça da yaşıyor sayılabilirim ve bir ay daha burada yaşayacağımı bilmek son günlerde içimi daraltmaya başladı.

Türkiye deki anlamsız yapılaşma, anlamsız belediyecilik anlayışı , gittikçe değişen ve ilkelleşen insan davranışları buraya uğramadan yürümeyecektir.Bunu bilmeyen bir insan değilim ama yine de insan bazı yerlerin olduğu gibi kalmasını, beceremiyorsak bile çağa uygun özellikler taşımasını istiyor.

Bu ülkede şehir planlamacıları yokmuş gibi, mimarlar yokmuş gibi, rastgele yapılarla Foça çoğu özelliklerini kaybetmiş görünüyor.

Doğal olarak özellikle geceleri insanların dar bir alanda,kaldırımlara tek sıra halinde yerleştirilmiş lokantalardan sarkan insanların arasında seyir halinde yürüyüşlerini anlamakta zorlanıyorum.

Yine yan yana dizilmiş ne olduğunu çözemediğim yerlerden sarkan müziklerin birbirine karışmış tını ve sözlerinin eşliğinde ne yapmaya çalıştıklarını anlamaya çalışıyorum.

Ve doğal olarak gülmekle ağlamak arasında gidip geliyorum.

Bu duygularla kalabalıktan olabildiğince uzak bir yer bulabilmek amacıyla yaptığım rastgele yürüyüş esnasında büyük deniz tarafında son derece farklı özellik taşıyan yerlerden birine oturuyorum ve ister istemez düşünmeye başlarken kendimi de sorguluyorum.

Ben huysuz bir insanmıyım?

Kendime sorduğum yanıtı vermeye çalışırken bir aydan beri neredeyse uzak kaldığım insanca bir davranışla bir genç gülümseyerek ne istediğimi soruyor...

Etrafıma bakıyorum , burada da insanlar var ama yapış yapışlık söz konusu değil...

Çok daha şirin bir dekor söz konusu etrafta. Masalar sandalyeler , masaları süsleyen basit ama çok kibar dekorlar, kullanılan renkler doğayla öylesine uyum içersindeki farkında olmadan bir huzur yayılıyor içinize.

Bu son derece sevimli ve kibar gence kahve istediğimi söylüyorum, bir çok kahve çeşidi olduğundan sıralıyor var olan kahveleri...

Bir tanesinde gülmeye başlıyorum.

"Babaanne kahvesi.."

Ne olduğunu soruyorum, ve yaşlıların sütün içine kahve koyup içmelerinden esinlenerek isimlendirdikleri sütlü kahve olduğunu öğreniyorum.

Çok basit ama öylesine içten ki ve aynı zamanda yaratıcı. Huysuz olmadığıma karar veriyorum çünkü gülümsüyorum....

Etrafta kimseyi rahatsız etmeyecek bir yükseklikte müzik yankılanıyor.

Frank Sinatra o son derece güzel yorumuyla Foça da yankılanıyor gün batarken...

Birbirinden güzel müzikler devam ederken ve Türk kahvemi yudumlarken neredeyse oturduğum sandalyeme mıhlanıyorum.

Çalan müzik Mozaik ten...

80 li yılların başında birbirinden değerli müzisyenlerin bir araya gelerek kurdukları muhteşem grup.Enstruman ağırlıklı rock ve jazz tarzını harmanlayan ve ne yazık ki daha sonra verdikleri bir kararla dağılan albümlerine Türkiye nin önemli müzisyenlerinin katkıda bulunduğu bana göre asla yeri doldurulamayacak bir grubu Foça da dinlemiş olmak öylesine mutlulukla dolduruyor ki içimi geçmiş yıllarda aldığım hazzı duyumsuyorum.

En çok sevdiğim şarkıları yankılanırken gözyaşlarımı tutamıyorum artık;

Sappho İle Konuşma

Ay söndü sonra yıldızlar

Gece yarılandı

Zaman geçiyor

Aşk yürüdü okşayarak kendini

Yıllarca yıllarca önceydi


Ay söndü sonra yıldızlar

Gece yarılandı

Sessizlik içindeydi gökler


Aşk yandı sonra yıldızlar

Zaman aralandı

Güller açıyor


O yürüdü söyleyerek kendini

Yıllarca yıllarca önceydi
Aşk yandı sonra yıldızlar

Zaman aralandı

Sessizlik içindeydi gökler


Evet belki tatildeyim, hiç bir şey düşünmeden denizin, güneşin keyfini çıkarmalıyım. Bu kış ta zorlu geçeceğe benzer çünkü ama olmuyor! çalınmış bir gençliğimiz var öncelikle.

Çalınmış hayatlarımızla birlikte umutlarımızı da aldılar bizden.

Hala ayakta durabilip yaşam adına mücadele ederken geçmiş anlar üzüntü vermeye devam edeceğe benzer bu ülkede...



sanem uçar

2 Ağustos 2010 Pazartesi

Bir Festivalin Ardından




Bir kaç gündür Foça da Rock Tatili adı altında rock müzik konserleriyle dolu bir festivali an be an izleme olanağı buldum.

Öncelikle bu festivale Rock adının verilmesine karşı olduğumu söylemeliyim. Aslına bakacak olursanız bu karşı oluşum sayfalar dolusu sürebilecek cümlelerimi beraberinde getirir ama yine de sadece rock felsefesinden yola çıkan düşünce sistemim ve rock müziğin en önemli zamanlarında gençliğini yaşamış biri olarak etrafa yayılan tınıların rock olmadığını söyleyerek bana karşı çıkacakları az çok tahmin edip düşüncemde direneceğim.

Rock 20. yüzyılın en önemli müzik olgularından biridir aslına bakacak olursanız. Onu salt bir müzik olarak ele almak son derece yanlış bir yaklaşımdır. Öncelikle bir felsefesi ve bir duruşu vardır.

İşte bu felsefe ve duruş olmadan hemen herşeye rock adını vermek sosyolojik bir tanımlama olarak yanlıştır öncelikle.

Rock geçmişini blues müziğinden alır. Blues iyi bir şekilde bilinmeden Rock ı anlamak bana göre eksik bir yaklaşım olur.

Siyahların beyazlar tarafından gördüğü zülmü bir şekilde ret etmek ve bunu oluşturan nedenleri sorgulamak adına ortaya çıkmış olan blues müziğin özünde bir haykırış vardır. Bir karşı koyuş vardır.

Blues ve jazz müziği bir şekilde dünya üzerinde yerini alırken ve yaygınlaşırken 60 lı yıllar da İngiltere kökenli müzisyenlerin bu müziklerden yararlanarak daha farklı çalgıları da kullanılmasıyla ortaya çıkan Rock müzik bir anda dünyanın hemen her yerinde kullanılan bir müzik türü haline geldi.

Rock müziğin kökeninde de bir isyan vardır. Özellikle o dönemlerde dünyada olup biten ve salt siyahlara karşı değil, beyazları da içine alan ,sisteme karşı duruş olarak çıkan Rock müzik, blues un da ötesine geçerek tamamiyle bir isyan ve kendini ifade etme müziği olarak önemlidir.

Rock müziğin müziksel özelliklerinden şu anda söz etmek istemiyorum. Öncelikle melodilerinin ötesine geçen bu kendini ifade ediş biçimi ve eleştirme hatta sorgulama yönü Rock müziğin en önemli özelliğidir.

Vietnam savaşının anlamsızlığında Amerika nın dayattığı politikalara karşı bir duruşu da olan politik yapıyı da içinde barındıran bir müzik türüdür.

Tüm dünya da savaşları, insanların her yönüyle yok edilişlerini, müzik yoluyla ortaya koyma biçimidir Rock...

Doğal olarak bu özelliğini bilen biri için bugün yapılmakta olan müziklerin içeriğine baktığımızda bu yapıdan eser kalmadığını görmek , rock müziğin evrensel bir yapıyı içinde barındıran özelliklerinden mahrum bir şekilde ortaya dağılan tınılara Rock diyemeyenlerdenim...

Kabul etmek gerekir ki her dönem kendi nesnel koşullarına uygun olarak müzik türü geliştirir.

Rock müziğin gerek felsefesiyle gerekse tüm özellikleriyle yoğun olarak yaşandığı 60-70 li yıllar ister istemez 80 li yılların başında değişen nesnel koşullarla birlikte aynı olamayacaktır. 2010 yılında ise asla olamayacaktır bu sosyolojik olarak olanaksızdır.

Rock müziğin ortaya çıktığı yıllarda olmasa da onun altın çağı sayılabilecek 70 li yıllarda çocuk ve genç arası bir yaşta olmak bizleri biraz şanslı kılıyor.

Çağımızın özellikleriyle şimdi oluşturulmaya çalışılan gençlikten de bir hayli farklı düşünce yapımızla bizlerin dinledikleri ve davranışları ister istemez farklılıklarla gün gibi ortada.

Düşünmeyen, irdelemeyen, sorgulamayan bir gençliğin daha doğrusu bu hale getirilen gençliğin şu anda dinledikleri müziğinde öncelikle rock müzik felsefesine aykırı olduğunu kolaylıkla söyleyebilirim.

21. yüzyılın insanına uygun olarak birey olmadan bireyci olması planlanan gençliğin ve doğal olarak insanların, bu koşullarda müzik değil, geçici bir sürede alınan hazların ötesinde bir şey bulunamaz.

İşte beş gün süren Foça daki Rock Tatili adındaki sözüm ona rock festivali genel anlamda koca bir gürültü ve hiçlikten başka bir şey değildi.

Aralara sıkışmış bazı müzisyenler anlamakta zorlandığım ama ne yazık ki artık bir müzik türü haline gelmiş olan Anadolu Rock tarzındaki müzik ve müzisyenlerle yenilikçi değildi.Yıllardan beri dinlediğimiz aynı tınılar aynı biçim ve ritimde etrafta yankılandı.

Özellikle Amerikalı hard rock grubu W.A.S.P. sevenlerine ve onu yeni tanıyanların kulaklarına güzel tınılar yerleştirdi.

Rock müzikle hiç bir alakası olmayan etnik müziği içine alan müzisyenlerin tınılarıyla müzik adına güzel tınılar yayılmadı değil.

Kendini gerçekte ifade etmekten yoksun, özgürlük ve serbestliği birbirine karıştıran ve aynı gibi algılayan gençlerin kapitalizmin ne denli başarılı olduğunu davranışlarında, giysilerinde görebilirken umuda ait yolculuğumuzun rafa kaldırıldığı, onlar için çok önemli dünya için son derece önemsiz anların yaşandığı beş gün oldu sadece.

Geride kalanlar kirletilmiş bir deniz, kirletilmiş bir çevre, alkol sınırının tavan yaptığı ve bizlerin yüreklerinde hafif bir sızı oldu bu festival...

Tüm bunları yazarken gençler açısından son derece güzel geçmiş olabileceğini de düşünüyorum. Ülkenin hemen her yerinden rock müzik olmasa da müzik adına kendilerine göre önemsedikleri değer verdikleri kişileri yada grupları canlı olarak seyretmek son derece önemlidir.Onlarla birlikte şarkıları haykırmak hiç yabana atılacak şeyler değildir elbette.

Kendi dünyalarında özgürlük adına yaptıklarına inandıkları yolculuk her şeye rağmen önemli bir olay olarak anı hanelerine yazılacaktır.

Foçanın güzel doğasında güneş ve denizle birlikte yapılan hoş bir tatil aslına bakacak olursanız.

Birlikte yada tek başına iş yapabilme becerisi kazandırmak müzik eğitiminin okullardaki amaçlarının başında gelir. Eğitim aynı zamanda bir süreç işi de olduğundan eğitimin okul dışına çıkarak alanlara yayılmış olması aslında biz müzik öğretmenlerinin savunacağı olgulardan biridir.

Yaşamı salt bir eylence gibi algılamayıp eğlenirken öğrenmek , bütünleştirici olmak olması gerekenlerden olmasına rağmen ne yazık ki gençlerimize bu özellikleri kazandıramayan bir sistemin içinde yer almak ister istemez ikileme sokuyor zaman zaman beni.

Ve müzik te ne yazık ki bu sistem içersinde en fazla kulllanılan olgulardan bir tanesi oluyor. Müzik yoluyla düşüncede, davranışta değişikliğe neden olmak ne yazık ki artık kapitalizmin isteği doğrultusunda yol alması gençlerimizin fark edemeyeceği ancak bizlerin fark ettiği " bu yetişkinleri de anlayamıyorum, ne güzel eylendik, harikaydık..." düşüncesiyle son bulduğundan eminim.

Son bir not;

Sözbirliği etmişcesine gençlerimizde hakim renk siyahtı, bol ve bermuda tarzı şortlar, dövmeler, kafalara kondurulmuş bandanalar yada şapkalar, rastalar, erkeklerde uzun saçlar la tek tipteydiler:)

Yaklaşık 15 bin kişinin katıldığı bu festival geçen seneyle karşılaştırıldığında beklenen sayıya ulaşılmaması nedeniyle sakin geçen bir festival oldu, yani ekmek sıkıntısı çekmedik:)




sanem uçar