24 Kasım 2010 Çarşamba

Kutlu olsun (mu) ?




Çocukluk günlerimiz hepimiz için sanırım farklı anlamlar ifade eder.Ben çocukluğumun 1-7 yaş arasını Hamburg' ta geçirdikten sonra geldiğim Erzincan' da hiç bir yabancılık çekmeden iki yıl geçirdim. Öylesine kendine özgü ve doğal bir yapısı vardı ki, aslına bakacak olursanız büyük bir medeniyetten küçük bir yere gelmenin sancılarını hiç yaşamadım.

Erzincan' dan ayrılıp İstanbul' a yerleştiğimizde bu efsunlu kentte yavaş yavaş bu ülkeye ait daha farklı gerçekleri keşfetmeye başlıyordum.

Eğitim hayatımda öğrenci olduğum yıllar boyunca Erzincan hariç, ne okulları ne öğretmenlerimi pek sevemedim. Üniversite yıllarımı da bundan ayrı tutuyorum, çünkü istediğim bir bölümdü ve saygın kişilerdi üniversitedeki öğretmenlerim.

İstanbul' a geldiğimiz o gün, okula başlamadan önce ailem okulu tanımam ve öğretmenimle tanışmam için beni okula götürdüklerinde okuyacağım sınıfın içersine göz atarken öğretmenim olacak kişinin aşağılamalarıyla başlamıştı İstanbul' daki eğitim serüvenim...

Herşey o kadar farklıydı ki, çocuk kafamda olup biteni anlamaya çalışıyor , Erzincan' ı ve bay Çörekçi' yi özlüyordum.

Bilirsiniz okulların ilk açılış ayları bayram törenleriyle doludur. Yine böyle hummalı bir çalışmanın sonunda 10 kasım Atatürk' ü anma gününde okulla birlikte konferans salonuna benzer bir yerdeydik. Hemen her sınıftan öğrenciler öğretmenlerinin hazırladıkları program doğrultusunda şiirler yada buna benzer şeyler sunuyordu.

Sıra bizden bir sınıf büyük bir kız öğrencinin şiir okumasına gelmişti. Kızcağız şiirine başladı, ilk dörtlüğü bitirdikten sonra ikinci dörtlükte duraksamaya, yutkunmaya, ve sonunda hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.

Ne olduğunu anlayamamıştım, belli ki şiirin sonunu unuttu diye aklımdan geçirirken öğretmenlerimizin uyarısıyla kız öğrenciyi çılgınca alkışlamaya başladık. Doğru bir davranıştı da yaptığımız. Öyle ya, insan her an böyle bir duruma düşebilir ve kendisini kötü hissedebilir. İnsanca davranışta onu aşağılamamak ve yüreklendirmektir.

Arkasından başka bayramlarda geldi, tahmin edebileceğiniz gibi. Her bayramda bu kız öğrenciye mutlaka şiir okuttular ve bu kız çocuğu mutlaka şiiri tamamlayamadı...Gözyaşlarıyla sahneyi bırakırken çılgınca alkışlandı...

Ve ben bir bayram sonrası öğretmenimizin verdiği bir ödev kapsamında, bayramda gözlemlediklerimizi yazmamızı istemişti, yazdıklarımın arasına çocukça bir düşünceyi sıkıştırıverdim...

"Herşey çok güzeldi ama o öğrenci yine şiirini unuttu ve ağladı. Çok üzüldüm..."

Sevgili öğretmenim bir kaç gün sonra sınıfın içinde beni tahtaya kaldırarak hazırladığım ödevi okumamı istedi. Yazdığım yazının beğenilmiş olduğunu düşünerek tahtaya kalkışımı hâlâ hatırlıyorum.

Tane tane okumaya başladım, ve sonrada "Herşey çok güzeldi ama o öğrenci yine şiirini unuttu ve ağladı. Çok üzüldüm..." bölümünü okurken öğretmenim okumamı bırakmamı istedi beni azarlayarak.Ve sesini gittikçe yükselterek azarlamaya devam etti.

Gözlerimden yaşlar ha aktı akacak...

Acaba ağlasam beni de sever mi? diye geçirdim aklımdan ve kendimden utandığımı hatırlıyorum bu düşüncemden dolayı. Öylesine bir nefret duygusuna teslim olmuştum ki artık öğretmenimin sözlerini pek duymuyordum ve kıpırdamadan duruyordum.

Bana mı soracaklarmış kim şiir okusun diye?

Hem bana neymiş ki ?

Kulağıma çarpan son sözlerdi bunlar sonrasını pek hatırlamıyorum.

Çocuklarımızı teslim ettiğimiz sevgili öğretmenlerimiz....

Hakkınızda bir çok şey söylenecek bugün, genellikle de çok güzel şeyler söylenecek...

Hak edenleriniz olduğu gibi hak etmeyenlerinde olduğunu çok iyi biliyorum. Hemen herşeyin yozlaştığı ülkemizde, en fazla yozlaşan kurumların başında geliyor eğitim ne yazık ki...

Yanlış anlaşılabilirim, olsun, yanlış anlaşılayım...

Bu günü çok anlamsız buluyorum, her öğretmenler gününde her alandaki başarısızlığımızı görüyorum ve neyi niçin kutladığımızı hiç anlamıyorum...

sanem uçar

9 yorum:

  1. Sanem hocam yaznınızı okurken bir yandan içim burkuldu,bir yandan da sizi çok ama çok iyi anladım.Ben ilkokul birinci sınıfta yarıyıl tatılınde öğretmenimi özlemiştim,bir çiçek yaptırıp öğretmenimin alışverış yaptığı bakkala geldim ve ona sürpriz yapma amacıyla saatlerce bekledim.Öğretmenim o gün uğramadı,tabi o dönemlerde cep telefonu da olmadığından,çiçeğimi bıraktım ve dükkandan ayrıldım,saatler sonra Öğretmenim o dükkana gelmiş ve çok sevdiğim bakkal amcaya çiçeği alırken şu cümleleri sarfetmiş:
    "AMAN BENİ NİYE ÖZLÜYOR Kİ?"
    Öğretmenler gününde bir türlü kendine gelen hediyeleri beğenemeyen,matematikten başarısız puan alınca sınıfı grup grup başarılılar,başarısızlar kategorilerine ayıran,bitlendiğimde herkesin önünde bana:
    "O SAÇLAR KESİLECEK,BİTLER TEMİZLENECEK"diyen,
    güvensizlik aşılayan öğretmenimi bu yazınızla hatırlattınız bana..Gerçekten ilk öğretmen çok muhim...sevgiler hocam...

    YanıtlaSil
  2. Biliyormusun Mervecim?

    Her şiir okuyuşunda şiirini ağlayarak yarım bırakan o kız öğrenciye ısrarla şiir okutmalarındaki mantığı bir 23 nisan törenlerinde stadyumda gözyaşlarını silerken yaptıkları konuşmaya kulak misafiri olduğumda anlayabildim ve kafam daha da karıştı doğal olarak...

    Öğrencimiz, şiir okurken duygusallaştığı için özellikle okutuyorlarmış. Ve dinleyen herkes ne hisli bir çocuk düşüncesiyle kendi gözlerinin yaşarmasını sağladıkları için devam ediyorlarmış bu oyuna...

    Bu şekliyle şiirini okurken Atatürk sevgisi, vatan sevgisi aklına ne gelirse bu sevgisinden dolayı hislenip gözyaşlarına hakim olamayan zavallı çocuğun duygularıyla yıllarca oynadılar.

    O kız çocuğunun şiirini okurken gerçekten duygulandığına inaanıyorum ama ona ait bir duyguyu kullanabilen mantığın arabeskliğini o zaman için anlayamıyordum belki ama çok sonraları maddi temelini kafamda oturttuğumda bir çok şeye yanıt bulabildim.

    Onca yıl geçmesine rağmen bir çok anlamda hiç bir şeyin değişmediğini görmenin şaşkınlığını yaşıyorum.

    Oysa değişim mutlaktır, yahu benim ülkemde bazı şeyler diyalektiğe inat asla değişmiyor gibi:)

    YanıtlaSil
  3. Reyting'e bağlı duygusuz bir yaşam...

    Sanatta bile reyting kaygısı.Her törende o kızın gözyaşları için gelen bir sürü kafa..Koltuklar böylelikle boş değil...Öğretmenler salon doldu diye mutlu..

    Aslında biz farkında olmadan sıkıntımız mat bir sarıyla pembe tenimizi kaplamış..Huzursuzuz,şaşkınız..Dediğiniz gibi hiçbirşey değişmiyor.

    YanıtlaSil
  4. Evet canımcım, "Konuşsam tesiri yok, sussam gönül razı değil." demiş ya Fuzûlî...

    Hâlâ bir şeyler yapmaya çalışırken ne kadar yorgun olduğumu görüyorum...

    Bir çözümü olmalı herşeyin; düşünürlere sarılıyorum , en iyi Nietzsche geliyor; "Halk pek anlamaz büyükten, yani: yaratıcılıktan. Ama büyük şeylerin bütün göstericilerinden ve oyuncularından hoşlanır."

    yıllarca önce göstermiş herşeyi çözümde göstermiş aslında;

    "Yalnızlığına kaç! Sen küçük ve acınacak kişilere pek yakın yaşadın. Onların göze görünmez öçlerinden kaç! Onlar sana karşı öçten başka bir şey değildirler.

    Sen taş değilsin, ama sayısız damlalar seni şimdiden oymuşlar. Sayısız damlalardan yarılıp parçalanacaksın daha."

    kaçalım merve...

    YanıtlaSil
  5. Anadolu Üniversitesi MMF Makine Mühendisliği bölümünde 80li yıllarda 7 yıllık bir akademisyenlik tecrübem oldu. Doktoramızın sonunda da (bitirmemize ramak kala) Endüstri Bölümü'ndeki eşimle birlikte istifa edip ayrıldık üniversiteden.

    Sözünü etmek istediğim kimse işte yaşamımın o döneminde karşıma çıktı. Bölüm başkanımız oldu kısa bir süre. Kendisi Tolga Yarman. O zaman için Türkiye'nin en genç profesörü olmuş birisiydi (Nükleer fizikçiydi sanırım, Amerika'da MIT'de ders vermiş falan).

    Tolga Hoca geldiğinde biz üniversite yaşamının eğrisiyle doğrusuyla bizim yaşadığımız gibi olduğunu varsayıyorduk. Özellikle de Türkiye'de ve hele hele de Anadolu'da isek. Tolga Hoca geldiğinden çok kısa bir süre sonra bölüm öyle bir değişti ki inananmazsınız. Kendisinin girdiği Termodinamik dersleri, devam zorunluluğu olmamasına rağmen tıka basa doluyordu. Bizler bile dinlemeye gidiyorduk. Derslerde gözleri saatte olan öğrencilerimiz, okuldan çıkmaz olmuşlardı. Tezleriyle uğraşıyorlardı, her gün yeni bir şeyler merak ediyorlardı. Bizi de öğrenmeye itiyorlardı adeta.

    Tolga Hoca bizlerle, öğrencileriyle öğle tatillerinde pinpon oynuyor, sohbetler ediyor, her türlü felsefi tartışmaya inanılmaz bir tevazuyla katılıyordu. Sadece entropi ve toplum konusundaki fikirlerimi geliştirebilmem için benim hatırıma doktora dersi açtı. Evet fakülte dekanı kendisine rakip gördüğü için baskı altına almaya çalıştı ve kaçırdı hocayı okuldan kısa sürede ama o süre zarfında ben ondan çok şey öğrendim.

    Sanem hoca, çok şey biriktiriyorsunuz, okuyorsunuz, dinliyorsunuz, düşünüyorsunuz ama mutsuzsunuz. Üzülerek söyleyeyim etrafa saçtığınız şey pozitif bir enerji değil. Tolga Yarman, bölüme geldiğinden sonraki bir-iki ay içinde elbette öğrencilerin bilgilerini artıramazdı, bunu kimse yapamazdı. Ama o çocuklara bizim yapamadığımız etkiyi yaptı. İnanılmaz sinerjisiyle, onların neler yapabileceklerini, gerçek kapasitelerinin ne olduğunu görebilmelerini sağladı.

    Kısacası onlara, bize güvendi. Bizi değiştirmeye çalışmadı, yalnızca enerji yaydı, bizler değiştik. Oğlum ODTÜ'de okuyor, yirmili yaşlarda. Ben ondaki kapasiteyi görüyorum ama onu harekete geçiremiyorum. Ne kadar az iş yaparsa o kadar kârda olduğunu düşünüyor. Biz Tolga Hoca zamanında bölümce arı gibi çalıştık ama bundan yakınanını görmedim, aksine sanıyorum ki bölümdeki büyük çoğunluk çok daha mutlu oldu o dönem. Sizin bloglarınızla buluştuğumda da çok sevinmiştim, bir sürü şeyler yapıyordunuz. Biriktiriyor ve bu biriktirdiklerinizi de paylaşıyordunuz, bir sürü emek harcayarak. Eğer bu çaba sizi mutlu ediyorsa bize de bir yansıması olacaktı elbette. Ama siz yaptıklarınızı öncelikle kendiniz için yapıyor olmalıydınız, oluşacak sonuçları umursamadan.

    Son olarak; ben her gün daha kötüye gittiğimize inanmıyorum. Olumsuzluklar dün de vardı bugün de. Hep de olacak. Hiçbirimizin dikensiz gül bahçesi düşlediğini sanmıyorum. Bizler üniversite yıllarında düşlüyorduk gerçi "dünyadaki cenneti" ama bu olası değil bence. Zaten herkesin cenneti de farklı.
    Yaşam gridir bence. Daha önce de sözünü etmiştim ama siz farklı algılamıştınız. Yaşamı siyah ve beyaz diye sınıflamak arabesktir bence, griler ise yaşamın gerçeğidir.

    Benim aksaklıkları gören Sanem hoca'yla bir sorunum yok, bunları kendince düzeltmeye çalışan Sanem hoca'ya saygım da var aslında ama durmadan toplumdan, olan bitenden serzenişte bulunan, kendisi gibi düşünenleri ve düşünmeyenleri ayrı ayrı kaplara koymaya çalışan (bu nasıl olacaksa) bir Sanem hoca'yı gördükçe üzülüyorum doğrusu.

    Sizi üzeceğimi ve dahası da kızdıracağımı tahmin edebiliyorum şimdi söyleyeceğim şeyle ama söylemeliyim bunu. Sanırım sizin ve günümüzün diğer aydınlarının (pek çok dostum ve yakın arkadaşım da bunların içinde) yaklaşım biçimlerinin bizatihi kendisi arabesk. Ya da en azından benim bulunduğum yerden böyle görünüyor.

    Sağlıcakla kalın, inşallah mutlu olun (bence bunca çabayla bunu hak ediyorsunuz), öğretmenler gününüz de kutlu olsun.

    YanıtlaSil
  6. Cevap nerede saklı biliyormusunuz?

    Yazdığınız bir bölümde:)

    "Oğlum ODTÜ'de okuyor, yirmili yaşlarda. Ben ondaki kapasiteyi görüyorum ama onu harekete geçiremiyorum."

    Neden?, niçin? daha önceden oluyordu şimdi niye olmuyor? salt oğlunuzun suçu mu bu?

    Ve ben hala öğretmenim, gördüklerimden yola çıkarım ister istemez, o gördüklerim de ne yaparsanız yapın çok fazla ulaşamadığınız kişilerle dolu. Çok daha yeteneklisiniz üstelik ve bilgilisiniz geçmişe oranla, ama bir bakıyorsunuz ne yaparsanız yapın nicel olarak artan bir anlamsızlıkla çevrelenmişsiniz.


    Sıkıntılı, üzüntülü ve mutsuz olduğumu asla yalanlamıyorum.
    Sıkıntılarım da, üzüntülerim de, mutsuzluklarım da asla kendi adıma olmamıştır. Güzel şeyler görmüyorum, duymuyorum ve görmediğim duymadığım güzellikleri yansıtabilme olanağım yok.

    Bir sorun var ne derseniz deyin kesinlikle bir sorun var...Güzel şeyler yazabilmeyi gerçekten bende isterim. Umut olabilmeyi, kahkaha olabilmeyi... Bugünkü bahçemiz dünün bahçesine hiç benzemiyor çok fazla diken var ve o dikenler iyi incitiyor herkesi.

    Tüm derdim o dikenlerin fazla kanatmaması, çabam ne yazık ki artık bu doğrultuda... Bu sebeple gördüklerimden yola çıkarak silkelemeye devam edeceğim.

    Asla kişilerin bakış açısını ve onların bakış açısından görülen "ben" i yadsımam. Bu anlamda çok samimiyim kendi adıma söylenebilecek herşeye gülümseyerek bakabilecek ender kişilerdenimdir. Çok rahat olun , ne kızarım ne gocunurum, vardır bir bildiğiniz...

    Mutlu olmak bireysel bir şey değildir bana göre, dostlarım mutlluysa, sevdiklerim mutluysa, içinde yaşadığım toplum mutluysa mutluyumdur. Mutlu olmam için yalanlara inanmak zorundayım:) böyle mutlu olmaktansa da mutsuzluğu sanırım tercih ederim.

    YanıtlaSil
  7. Lisedeki müzik öğretmenim, orta yaşlı bir adamdı. Hoşsohbet değildi ama müziğe aşıktı ve ben bunu hissedebiliyordum. Bir pikap vardı müzik odasında. Dersten sonra bizi sınıfça oraya götürür ve evlerimizden getirdiğimiz 45likleri çalmamıza izin verirdi. Bir şartla: Önce onun getirdiği uzunçaları dinleyecektik. O da tabii bir klasik batıı müziği eseri oluyordu.

    Hiç unutmam, İskeletlerin Dansı'nı dinletirken, "bakın arka planda iskeletlerin sesi geliyor" deyip gözlerini kapatıp kendinden geçerken, sınıf arkadaşlarım alay ediyorlardı. Bense hem bu duruma üzülüyor hem de kendimi zorlayıp yaylıların, tuşluların arasından iskeletlerin dans edişini hayal etmeye çalışıyordum.

    İyi öğretmen mi kötü öğretmen mi bilmem ama bugünkü müzik zevkime çok katkısı olduğuna eminim kendisinin. Ama birçok arkadaşımın klasik batı müziğinden daha çok nefret etmesine neden olmuştu sanırım.

    Oğlumun ataleti onun suçu mu, toplumun suçu mu, hatta suç mu bilmiyorum ama benim söylemeye çalıştığım şey, bilebildiğim, emin olabildiğim tek şey :

    Aksaklık varsa "benim suçum", yoksa da ortada bir aksaklık gördüğüm için yine "benim suçum"... Ben Tolga hocanın sağladığı şeyi sağlayamıyorum, insanların var olan potansiyellerini harekete geçiremiyorum. Oysa çevremde böyle insanlar var, hep var. Dün de vardı, bugün de var.

    Ben sizi de bu kategoride görmek istemiştim başlarda. Söylemeye çalıştığım sadece bu. Oysa yaşama, topluma yenik düşmüş, küsmüş bir Sanem Uçar görüyorum.

    Sağlıcakla kalın...

    YanıtlaSil
  8. Burada benim anlayamadığım bir şey var.

    Hepimizin eğitim yaşantısında ona örnek olan ve yol gösterici olan kişiler olabildiği gibi olmayanlarda vardır. Ben kendimi bu anlamda şanslı hissederim benim örnek aldıklarım ve benim için yol gösterici olanlar oldukça fazlaydı.

    Kendi hayatımızdan yola çıkarak bir sonuca varmak bana çok ters bir düşünce biçimi gibi geliyor.

    Bu yazı da ise minik bir yaşanılmışlıktan yola çıkıp Sanem in her zaman yaptığı gibi salt bir noktaya dokunmayan ve geneli kapsayan eleştirel bakış açısıyla mükemmel bir örnek verilmiş. Bu örnek verilirken yine verilen örnekle bir meslek gurubunu aşağılayan yada öven bir yön de yok.

    Bu anlamda işin mutfağında olan bir kişinin son derece objektif bir bakış açısıyla Türkiyedeki davranış biçiminin geçmişini de ortaya koyan iyi bir örnektir. Bir ülkede her anlamda yozlaşma yaşanırken eğitimde bundan nasibini alacaktır ve almıştır da. Mervenin verdiği örnekte önemli bence. Tabikii bunun tam tersi öğretmenlerimiz de vardır ve bu vurgulanmış....

    İsterse tüm öğretmenlerimiz en iyi örnek alınacak kişiler olsun var olan Türkiyenin koşullarında bir şey yapabilmeleri söz konusu bile değildir. Dört bir taraftan her türlü olumsuz duygu ve düşüncelerin pompalandığı bir medya, iletişim araçları varken en cevher öğretmen bile yapabileceklerinin en azını yapabilecektir.

    Ve doğal olarak içinde gerçek anlamda iyi düşünce yaşatabilen her öğretmen acı duyacaktır. Çünkü yapmak istediklerini yapamadığı bir ortamla kuşatılmıştır. Bu acıyı görmemek bence bu yazıya yapılacak en büyük haksızlıklardan bir tanesi.

    Bir öz eleştiri de var gizli saklı...

    Eğitimci kendini topluma yön veren kişi olarak algılar diye düşünürüm. Doğrusu da budur. Geldiğimiz noktada ise toplumda bu denli büyük bir yozlaşma görebiliyorsa eğitimci kimliğiyle yeterince görev yapmış olamamanın hüznü de var bu yazı da...

    Sanem in her anlamda kendisine haksızlık ettiğini ciddi ciddi düşünmeye başladım artık:) Bunun sorumlusu asla kendisi olamaz , değildir de bana göre. Ama nasıl bir yürek taşıyorsa kendisini de bu işin içine alabilecek büyüklükte.

    Bu ve daha bir çok sebeple en son arabesk davranış biçimiyle özdeşleştireceğiniz kişi Sanem olur. Sizin bakış açınızı o, kabul etmede içinde taşıdığı sevgi ve saygıyla onaylayabilir ama onu sadece burada değil, bir çok yerde takip eden bir insan olarak, onun arkadaşlarıyla, dostlarıyla ve öğrencileriyle ilişkilerine tanık olabilen biri olarak ben ret ederim.

    YanıtlaSil
  9. sevgili dostlar,

    ben sizi çok iyi anlıyorum, siz de beni anlayın yahu:)))

    Durum eskilerin deyimiyle; vahimdir...

    Hala öğretmenlik yaparken çok daha iyi bir potansiyele sahip olmama rağmen, geçmişte dokunabildiğim kadar fazla öğrenciye dokunamıyorum:) Buna üzülmemek söz konusu bile olamaz.

    Burada birileri gerçekten suçlu. Benim de suçum varsa, çok azdır ama vardır, yok diyip kendimi hiç bir şeyden sıyıramam, çözüm olmaz.

    Yorgun bir Sanem var, çok doğal yorgun olması, burada söylenen anlamda topluma yenik düşmüş bir Sanem yok ama :))) Hala daha bir şeyler anlatmaya çalışan biri yenilgiyi kabul etmez. Çok fazla umutlu değilim bunu söyleyebilirsiniz. Bunun içinde milyonlara neden ortaya dökebilirim.

    Biraz da kişi olarak kendimize bir ayna tutalım. Söylenmekle olmuyor işler, yada tam tersine gaz vererek te olmuyor. Yanlışlar var, görelim, en azından yanlışların farkına varalım ki savaşabilme nedenimiz olsun...

    YanıtlaSil

yorumunuz incelendikten sonra yayınlanacaktır