16 Eylül 2011 Cuma

Sevgili Günlük



Günlük kavramı, yaşantımda tam olarak bir yere oturtamadığım kavramlardan biridir. Yani ona karşı mıyım, yada değil miyim? henüz bir karara varmış değilim ama özel yaşamı ilgilendiren her türlü yazı yada belgeye karşı bir antipatim olduğunu söyleyebilirim.

Açıkcası bunun sorumlusu da Mayakovski'dir.

Yolu Nazım Hikmet'ten geçen herkes bana göre Mayakovski ile tanışmıştır. Doğal olarak Mayakovski'nin şiirlerinin tadıyla beslenmiştir.

İşte Mayakovski şiirleriyle haşır neşir olduğum zamanlarda onun Lili Brik'e Mektuplar adlı kitabı elime geçtiğinde heyecanla kitaba sarıldığımı ancak bir kaç sayfa okuduktan sonra kitabı kapatıp bu iki kişi arasında geçen hiç bir şeye tanıklık etmek istemediğimi fark ettiğim o günden beri sanatçıların yapıtlarının dışında hiç bir şeyle ilgilenmeme kararı almıştım.

Öylesine özel yazışmalardı ki, kuşkusuz birbirleri için çok büyük anlam ifade eden bu satırlarda dolanmak onları gözetliyor gibi tuhaf bir duygu uyandırmıştı.

Sanatçıların eserlerinin daha iyi anlaşılır olabilmesi için o sanatçıların özellerini bilmek zorundamıyız? Sanatçıyı iyice tanıyıp sonra esere yönelmek eseri daha iyi anlamamızı sağlar mı gerçekte?

Tam tersini düşünmüşümdür her zaman. Bana göre her eser sanatçının kendisinden bir iz taşıdığı için sanatçıyı anlayabilmek olasıdır zaten. Ve tüm eserler sanatçının kendisini ifade etme biçimi olduğundan o eserlerde sanatçının sesini, ruhunu, duygusunu, düşüncesini kolaylıkla bulabiliriz. Sanatçı hakkında daha fazla bilgi sahibi olabilmek özellikle özelini bilmek yaratılan eserlerde ne gibi bir katkı sağlayabilir ki? Tam tersine kısıtlayıcı bir özellik getirir.

Çünkü sonuçta sanatçı insandır. İnsana ait tüm özelliklerin onun yaşantısında da olduğu gerçeğini görmezden gelerek sanatçıları bir yerde tanrı katına koyarak ilahlaştırmak öncelikle kendimize yaptığımız bir haksızlıktır.

Bunların dışında her insanın bir günlük tutmasını gayet doğal karşılıyorum. Başkalarına ait günlükler beni hiç ilgilendirmese de kişilerin günlük tutma ihtiyacını anlayabiliyorum.

Örneğin Elias Canetti, Sözcüklerin Bilinci adlı kitabında günlük tutma ihtiyacını nasıl açıklıyor;

" İzlenimlerin gücünü bilen, her gününün her ayrıntısını, sanki o gün yaşamının son günüymüşcesine algılayan bir insan , aslında salt abartmalardan oluşan , başlıca amacı bir yaşamı kuran ne varsa tümünü belirginleştirmek, çarpıcı ve somut kılmak olan bir insan , evet, böyle bir insan, bir güncenin yardımıyla kendi kendini yatıştırmasaydı, hiç kuşkusuz patlar ya da başkaca bir biçimde paramparça olurdu".

Ah işte! bir düşünce ancak bu kadar güzel anlatılabilir. Yaptığımız herşey öncelikle kendimiz içindir ve yaptıklarımızın arasında öncelik kendimiz olduğundan ikinci kişi olacak bizler bu alanın içine girmek isteyebileceğimiz gibi istemeyebiliriz de.

"Yatışmak isteği, belki de günce tutmanın temel nedeni" demiş .

Eğer böyle bir alışkanlığım olsaydı neler yazardım diye düşündüm bir an...


Sevgili Günlük,

Bildiğimiz sıradan günlerden biriydi. Her zamanki gibi yeme ihtiyacımı karşıladıktan sonra en büyük keyiflerimden biri olan orta şekerli Türk kahvemi mutfağımda yudumlayıp sabah seansıma başladım.

Evde yapılması gereken onlarca iş olmasına rağmen tembelliği seçtim. Öyle yada böyle ev işlerinin daima nankör olduğuna kesinlikle karar verdiğimden tembelliğimin haklı nedeninin rahatlığında önce edebiyat dünyasında neler olup bittiğini öğrenmek için internetin sınırsız dünyasında dolanmaya başladım.

Tabiki ortalık her zamanki gibi toz duman.

Rasim Ozan Kütahyalı adında bir yazarla sıklıkla karşılaşıyorum son zamanlarda. Açıkcası ne yaptığını bir türlü anlayamadıysam da Oğuz Atay'a büyük bir hayranlık duyduğunu fark ettim.

İçimden bir ses;" aman keşke duymasa" dediyse de yazdıklarını okumaya devam ederken 70 li yılların edebiyat sanatçılarını yerden yere vurduğunu fark ettiğimde hala ne demeye çalıştığını anlamaya çalışıyordum. Bu dönemin edebiyat sanatçılarının isimleri yoktu yazdıklarında ama o dönem öylesine anlamsız bir şekilde dile getiriliyordu ki birden kendimle çelişkiye düştüğümü hissettim. Bana göre de edebiyat dünyasının altın çağlarıydı o yıllar. Daha doğrusu her dönem gerçekten edebiyatçı sınıfına sokacağımız onlarca edebiyatçı var. Haaa sayıları git gide azalıyor olabilir ama , "Oğuz Atay'ı bu edebiyatçılar öldürdü" diyebilecek kadar anlamsız bir cümleyle karşılaşabileceğimi hiç düşünmüyordum.

Sevgili günlük, bak bu çok çarpıcı bir şey oldu benim için. Yani Oğuz Atay' ı ne denli çok sevdiğimi sen de bilirsin. O gerçekten edebiyatımızda çığır açan yazarlardan sadece bir tanesidir. Yani kendisinin bu şekilde anlamsız bir sevgiyle sevildiğini görmüş olsa, yazdıklarının hepsini kolaylıkla çöpe atabilirdi. Çok daha güncel konular buldum diyerek bizler için olağanüstü başka kitapları yazmaya başlardı.

Bu arada bu yılki Erdal Öz edebiyat Ödülü sahibi şair Şavkar Altınel, Oğuz Atay denilince ilk aklıma gelen şey "başarısızlık" oluyor diyerek edebiyat dünyasında büyük bir tartışmaya yol açmıştı sevgili günlük hatırladığın gibi. Eeee ona destek bir yazıyı okudum ardından. Dürüst olmam gerekirse acayip sevindim bu yazıya.

Evet, Oğuz Atay'ı sevmeyenler çoğalsın. Bu tarz yazılar beni çok mutlu ediyor. Çünkü Oğuz Atay ismi sevme anlamında o kadar yanlış ağızlarda dolanıyor ki, onun değerini gerçekten bilen kişilerin çok fazla olmadığına inandığımdan, Oğuz'un bize kalması çok daha işime geliyor. Bu gereksiz insanlarla aynı kulvarda olmak istemiyorum, sevmeyin Oğuz Atay'ı ne olur!!!!!

Sonra bir ay önceden alınan bir randevuya gitmem için Taksim'e gidecek olmanın sancısıyla okuma serüvenimi bırakıp yolculuk hazırlıklarına başladım.

Eylül ayında olmamıza rağmen hava temmuzu aratmayacak bir sıcaklıkta. Ancak güneş batar batmaz serinlikte çökebiliyor. Offf! buna uygun bir şekilde giyinmek ne zor bu mevsimlerde. Ya yaz ,ya da kış olsun diye aklımdan geçirdim bir an....

Sevgili günlük, Bostancı-Taksim yolculuğum bir kuş çevikliğinde geçti diye yazabilmeyi isterdim, ama öyle olmadı. Beşiktaş tam bir cehennemdi. Kendimi bir konuda kutladım.Evden dışarı çıkmak için özel günleri seçme becerim sanırım hiç kimse de yoktur. Bir ay öncesinden bu özel günde randevu alınır mı?

Beşiktaş Macabi Tel Aviv maçı nedeniyle kilitlenen trafikte kaç saat cebelleştiğimizi yazarak sinirimi tekrar hoplatmayacağım. Önemli olan randevuma ucu ucuna yetişebilmiş olmam.

Tabiki bu işin bir de dönüşü olacaktı. Hiç bir yerde ara vermeden koşar adımlarla dolmuş durağına gelirken tam meydan da yerlerini almış polislerin arasından geçmek zorunda kaldım. Dikkatimi yüzleri çekti bu sefer ne kadar gençtiler, hatta neredeyse çocuk sayılabilirlerdi. Bir yanlış yaparsam neredeyse çocuğum yaşındaki kişiler tarafından tartaklanabileceğim gerçeği sarstı beni. Demek ki bir gösteri vardı yine her zamanki gibi. Bu sefer ki neydi acaba? Huzuru sağlamak için görevlerinin başında gururla dururlarken bir an için herşey bana çok anlamsız geldi.

Her hangi bir nedenle , huzursuz olunan bir konu da farklı bir sesi duyurabilmek için bir araya gelen insanlar ve huzur sağlamakla görevlendirilen başka kişiler....

Sevgili günlük, huzurlu bir günün kendiliğinden oluştuğu bir gün yaşayamayacakmıyız?

Sanırım hayır!, tüm insanların huzur istediğinden o kadar eminim ki aslına bakarsan ama "huzur" Ahmet Hamdi Tanpınar'ın eseri olarak kalacağa benziyor.

Gördüğün gibi oldukça sıradan bir gün işte!

İyi de ben bunları niye yazdım?

Yanıt Canetti'den;

"İlginç olan bir nokta, güncenin her zaman tutulamamasıdır; uzun zaman parçaları boyunca insan, sanki tehlikeli bir şeymişcesine, neredeyse günahmışcasına ürker günceden. İnsanın kendisinden ve başkalarından hoşnutsuzluğu, sürekli değildir. Yoğun coşkuların ve kişisel mutluluk duygularının yaşandığı zamanlar vardır. Öğrenme isteğini ikinci bir benlik gibi taşıyan bir insanın yaşamında böyle zamanlara çok sık rastlanamaz. Bu nedenle böyle zamanlar herkese olduğu gibi ona da, yaşamının geri kalan büyük bölümünü aşmasında yardımcı olduğundan , o zamanlara gereksinimi vardır. Onlara işte bu yüzden dokunmaz ve onları , anlaşılmaz mucizelerden örülü atmosferleri içersinde bırakır. Ancak bu mutlu zamanların çöküşü, o insanı düşünmeye zorlayacaktır. Nasıl yitirmiştir o anları? Yıkan, ne olmuştur? İşte o anda insanın kendi kendisiyle söyleşisi yeniden başlar"

Büyüksün Canneti....

sanem uçar

4 yorum:

  1. Uzun süredir blog yazarı olarak, başlangıç ve olgunlaşma evrelerini dün Taksim'de arkadaşlarımızla konuşuyorduk. Günlük tarzı blog yazarlığından sıyrılıp, günlük dışında bir şeyler paylaşma isteği bir süre sonra cereyan ediyor. "Benim bugün yaptığım bir şey neden başka birini ilgilendirsin?" sorusunu sorduğumdan beri kişisel yaşantıma dair notlar yazmamaya özen gösteriyorum.

    Yazının tamamını okuyunca kafamda bir kaç parça bölünmeler oldu. Yazıyı okumadan önce tek parçaydı. Steve Isserlis'in Beethoven Çorbayı Neden Fırlattı kitabında, bestekarların bilinmeyen ya da az bilinen yanlarıan ilişkin bilgiler veriyor. O kitabı okuduktan sonra Bach, Beethoven, Schumann gibi isimlere hayranlığım bir kat daha arttı. Çünkü o kitap sayesinde onlarla kitabın yazılma amacındaki gibi arkadaş olduğumu hissettim. Onlarla samimi diyaloglar kurdum. Yaşantılarına tanıklık ettim.

    Aynı şekilde yeni okumaya başladığım Vincent Van Gogh'un Theo'ya Mektuplar kitabında kardeşine yazdığı mektupları okuyunca da kafamda Van Gogh üzerine binlerce samimi düşünce geçmeye başladı.

    Şunu demek istiyorum; mesele "ay bugün hava çok sıcaktı, moralim diplerde" şeklinde iş yerinde yan masamızdaki yüzeysel yaşayan kişilerin rutin hayatları değil... Mesele bizim hayranlık beslediğimiz insanların nasıl yaşadıklarına duyulan merak olduğuna inanıyorum. Sosyal Medya'nın getirdiği anlık ileti paylaşımlarına duyulan meraktan ziyade, örneğin; Oğuz Atay'ın bildiğimiz zeytinyağlı dolma'ya biçtiği anlamı merak ediyorum.

    Alain de Botton'ın Seyahat Sanatı kitabında ressamlardan bahsederken hep şuna vurgu yapılıyor. Ağaçların, denizlerin, çakıl taşlarının var olduğu bir doğa için her hangi bir insanın algısı ile van Gogh'un bunlardan etkilenerek oluşan algısındaki farklar... Bu bence çok önemli. Sanatçıların tamamında var olan detaycılık beni anormal cezbeden bir şey.

    Bence bu günlüklerin ya da o eserlerin hikayeleri bizi hayranlığa sürükleyen şeyler. Bundan bir 30-40 yıl sonra eğer hayatımın geri kalanında sanat adına bir şeyler verebilirsem, verdiğim her şeyin hikayesinin birileri (en azından ailem, arkadaşlarım) bunu bilsin isterim. Şu an kimseyle paylaşmasamda çantamda taşığıdığım ufak not defterim bana eşlik edecektir.

    YanıtlaSil
  2. Ah ne güzel!

    Bu yazının başında da belirttiğim gibi bu konu da kesinleşmiş bir düşüncem yok. Dürüstçe gel gitler yaşadığımı da itiraf ediyorum. Bu konu da Canetti'nin bana çok büyük bir yardımı oluyor. Kafamda oluşan soruların yanıtlarını bulabiliyorum. Sözcüklerin Bilinci adlı kitabını gerçekten öneririm:)

    Bu konuyu; "Acımasız dostla ikili söyleşiler" başlığında toplamış.Her cümlesi altı çizilerek hafızaya yerleştirilmesi gereken cümleler.

    Ben eğitimimi müzik tarihi üzerine yaptım. Doğal olarak insanın aklına öncelikle bestecilerin yaşamı geliyor. Hayır böyle değil aslında. Nesnel koşullar ve dönemin özellikleri öğrenilerek ortaya çıkan eserlerin analizleri şeklinde özetleyebileceğim bir alandır. Örneğin Mozart'ın eserlerini analiz ederken o döneme ait olmayan müziksel özelliklerin eserlerine yansıtılmasından onun karakter analizine kadar herşeyi bir eserden yola çıkarak ortaya koyabilirsiniz.

    O dönemde operalar son derece ciddi konuları içerirken Mozart ile birlikte konularının arasına gülmecenin de girmesiyle ondaki komik unsurları, Requiem ini incelerken korkularını ve ince ruhundaki saklı görkemi kolaylıkla algılayabilirsiniz.

    Eserler sahiplerinin özelliklerini yansıtmak zorundadır, aksi düşünülemez.

    Ama sonuçta insanız, doğal olarak ilgi alanımıza giren kişilerle ilgili çok daha değişik bilgilere ulaşma arzusu da yadsınabilecek bir düşünce değildir. Bu bende biraz daha az sadece.

    Çok sevdiğim bir şairin oğlundan dayak yediğini öğrendiğim zaman hissettiğim duyguları anlatmaya kalkışsam uzun bir yazı dizisi olur. Hayır bazı şeyleri bilmek istemiyorum:)

    Müzikle iç içe olduğunuzdan müzikte en önemli unsurlardan birinin nüans olduğunu bilirsiniz. Nüanslar müziği vezir de eder rezilde. Doğru bir şekilde kullanılan nüans kulaklarımızda asla unutmayacağımız etkiler sunar bize.

    Hayat ta farklı değil. Ne yazık ki insanoğlu nüanslar konusunda çok fazla iyi değil bu sebeple nüans olarak bize sunulanlar ters etki de yapabilir mi acaba diyorum:)

    YanıtlaSil
  3. Adına sanat dediğimiz (resim /müzik/ edebiyat / fotoğraf vb)
    bu alanlarda üretilen ve insanlığın ortak kültür havuzunda toplanan bütün değerleri anlamaya çalışmakla geçiyor ömrümüz. Ve bu alanda başlangıç noktası o kadar önemli ki, düşünsenize ilk hareketi doğa veriyor bize ve salıyor ortalığa. Kaç tane insan varsa o kadar da gelişim sözkonusu-yıllar önce İlhan Selçuk'un bir köşe yazısında okumuştum-Selçuk'un yakın dostu birisi lise çağına gelen kızını getirip ona okuma konusunda tavsiyeler vermesini söylüyor. Bu durumun kendisini nasıl büyük bir sorumluluk altında bıraktığından söz ediyordu yazı-gerçekten de düşünsenize-onun seçtiği-yönlendirdiği bir şekilde yola koyulacaktı o kızcağız. Bu duygu gerçekten de insana bir tür yarı tanrı gibi hissetmesini sağlarken aynı zamanda Selçuk'ta olduğu gibi tedirginlikte yaratabilirdi kolaylıkla.

    Konuyla ilgisine gelirsek-hepimizin dünyayı-kendimizi anlama konusunda referanslara ihtiyacımız vardır-salt kendi duygularımızla baktığımız/okuduğumuz/dinlediğimiz şeyi doğru algılayamayabiliriz. Örneğin Dali'nin bir resmine bakarken onun öyküsünü bilirsek daha farklı görünür gözümüze. O yüzdende anektot dediğimiz şeylere gereksinimiz vardır herzaman-ama ne zaman ki anektot dediğimiz şey magazine kaçmaya başlar o zaman ne bize ne de sanatçıya bir yararı dokunur-belki de işin dengesi burada saklıdır.

    "Küçük insanlar kişileri, normal insanlar olayları, büyük insanlar fikirleri tartışırlar.." diyen Marx'ı unutmamalıyız. Uyarlarsak sanatçılar hakkında magazinel şeylerden hoşlanan kitle küçük insanları, sanatçının yaşadığı dönemle ilgilenen kişiler normal insanları, salt onların yarattıkları şeylerle ilgilenen kişileri de büyük insanlar olarak guruplayabiliriz:)

    YanıtlaSil
  4. İşte İlhan Selçuk'u gayet iyi anlayanlardan biri de benim sanırım. Bu gerçekten büyük bir sorumluluktur ve ben bu sorumluluğu almayı asla istemeyenlerdenim.

    İnsanların yaşamlarını ve düşünme biçimlerini seçtikleri meslekte belirliyor sanırım. Meslek olarak öğretmenliği seçmiş olmamdan dolayı her öğrencinin kendi yolunu çizebilmesi için kendisindeki potansiyeli keşfetmesinden başka bir görevim olmadığına inanarak bu mesleği sürdürmüşümdür. Öğrenme dediğimiz herşey kişiseldir. Kimsenin kimseye bir şey öğretebileceğine inanmıyorum, sadece kişide öğrenme güdüsünü ateşleyebiliriz ve bu da bizim görevimizdir.

    Kişinin öğrenme serüveninde seçeceği yol da doğal olarak kişisel olacaktır. Bu sebeple bu seçimi eleştirebilme hakkına pek sahip olmadığımızı düşünüyorum.

    Elimden geldiğince her konuda, "bana göre" cümlesini kullanmaya özen gösteririm. Bu karşımdaki kişinin kendi seçimini yapmasına izin vermektir aynı zamanda.

    Gerek eğitimimde, gerekse meslek hayatımda edindiğim alışkanlıklar ister istemez kazanılmış bir refleks haline gelmiştir. Etik olarak kişiye sanatçıyla ilgili bilgi vermek genelde kabul görmez bizim eğitimimizde. Sanat eğitimi almak hangi alansa o alanda yeni bir eser üretmek yada eserleri anlamak adınadır. Doğal olarak böyle bir eğitim sürecinden geçtiğimiz için günümüzde kullanılan bir çok anekdot bizim zaten hiç işimize yaramaz.

    Ama tüm insanlar doğal olarak bu eğitim sürecinden geçmediğinden bu ihtiyacı kolaylıkla anlıyor ve asla ret etmiyorum. Kuşkusuz bu işe soyunanlarda yani bu anlamda bilgi verenlerde iyi bir niyet taşıyarak yapmaktadır bu işleri. Edebiyatın bir koludur öncelikle, sinema sanatında bundan yararlanılır birilerinin daima ihtiyacı olacaktır bu bilgilere.

    Burada önemli olan sapla samanın birbirine karıştırılmamasıdır. Ki oldukça fazla bir şekilde karıştırıldığı için bunu gündeme getirdim. Ben yine de sanata meraklı insanların sanat eserlerini inceleyerek veya dinleyerek, gözlemleyerek çok yol alabileceklerine inanıyorum.

    Unutmayalım ki her sanat eseri aslında sanatçının kendini ifade etme aracından başka bir şey değildir. Eğer sanatçılar kendilerini ifade edebilecek güçte olsaydılar inan ki sanatçı olamazlardı. Onların büyük bir kısmı kendini ifade etme konusunda başarısız oldukları için araç olarak sanatı kullanan kişilerdir.

    Bunu bilmek dahi sanatçıyla ilgili daha fazla detayı bilmek gerektirmediğini insana gösteriyor aslında.

    YanıtlaSil

yorumunuz incelendikten sonra yayınlanacaktır