27 Şubat 2011 Pazar

Sevme!!!



Bu ülkede eğitim düzeyinin henüz ilkokul üçüncü sınıfına eşit bir düzeyde olduğunu bilmeyen biri çok kolaylıkla özellikle internet ortamında çeşitli paylaşım sitelerini incelemiş olsa ülkedeki edebiyat ve sanatsever yazıların çokluğu karşısında şöyle bir duyguya kapılabilir;

Aman ne güzel bir ülke, herkes sanatsever, herkes edebiyatçılarını yakından tanıyor, onların eserlerini neredeyse ezbere biliyor, kültür seviyesi böylesine yüksek başka bir ülke olamaz...

Herhangi bir nedenle bilgisayarın başına oturduğumda, karşıma çıkan onca edebiyatçı bolluğunda, edebiyatçıların eserleri ,özellikle şiirleri karşısında neye uğradığımı şaşırıyorum. İyi bir okur olmama rağmen, kuşkusuz bilmediğim çok şeyler olacağını dikkate almama rağmen,bu kadar çok bilmediğim şeyler konusunda afallıyorum. Kendimi kör cahil bir durumda hissettiğim anlar bile olabiliyor:)

Yeni edebiyatçılara genelde biraz temkinli yaklaşıyorum. Kuşkusuz içlerinden sıyrılıp edebiyat tarihinde hak ettiği yeri alacak bir çok kişi olmakla beraber, genele baktığımda bu temkinli yaklaşımım edebiyat zevkimi yok etmemesi açısından oldukça iyi geliyor bana.

Ama gerçekten edebiyat tarihimizde yer etmiş onca edebiyatçının eserlerinin bir şekilde kullanılması kabulde zorlandığım şeylerin başında geliyor. Kelimenin tam anlamıyla bir kullanma eylemi söz konusu. Bunca edebiyatseverliğin altında gerçek bir sevgi ve saygıyı göremiyorum.

Edebiyatçılarımızın eserleri işe geldiği şekilde kesilip biçiliyor ve orada burada paylaşılırken şekil değiştirerek öyle bir erozyona uğruyor ki , bu benim bildiğim eser mi? diye şaşkın bir şekilde yazılanlara takılıyor gözlerim.

Oblomov' u bile gölgede bırakacak ruhumuzun her tarafına sinmiş tembelliğimizle edebiyatçılarımızın eserlerini alıp okumak yerine, orada burada kırpılmış ve deforme edilmiş şekilde yazılan yazıları, şiirleri kopyala -yapıştır yöntemiyle paylaşmak nasıl bir mantığı içinde barındırır anlamakta zorlanıyorum.

Nasıl bir mantığa sahip olduklarını anlamak gibi bir çaba sarfetmiyorum artık. Ama bütün bunlar gerçekten edebiyatımıza büyük ölçü de zarar veriyor, işte bu gittikçe önemli olmaya başladı benim için.

Kendini bilmez kişilerin kendi çıkarları adına edebiyatçıların eserlerini böylesine sömürmesine alışıyormuyuz ne? Bu bana ürkütücü geliyor açıkcası. Çoğu kişiden ses gelmiyor ne yazık ki... Başa çıkılmayacağının ön görüsüyle mitoz bölünmeye uğramışcasına bu katliam büyüdükçe büyüyor.

Çok yakın bir gelecekte çocuklarımızdan Nazım Hikmet, Can Yücel, Edip Cansever vb gibi bir çok edebiyatçımızın hiç duymadığımız şiirlerini, yazılarını, sözlerini duyarsak şaşırmayalım. Bütün bunlar edebiyat sever kimliğimizin bir parçası olmaya başladı. Ya da, bir konuya açıklık getirmek için bazen bir edebiyatçının bir yazısından küçük bir alıntı, veya şiirinden bir kaç dizeyi almak gibi bir eylemi anlamsız bulmamakla beraber, bu edebiyatçılarımızın şiiri, yada yazısı sadece bu alıntıdaki şekliyle beyinlerimize yerleşirse yine şaşırmayalım...

Severken öldürüyoruz edebiyatı, edebiyatçılarımızı, onların ırzına geçiyoruz dersem anlamsız bulunmasın sözlerim.

İçim yanıyor benim, ya sizin?


sanem uçar

24 Şubat 2011 Perşembe

Belgeseller 4




Hitit Güneşi belgeselinin başarısından sonra İstanbul Üniversitesi Film merkezinin durdurmuş olduğu çalışmalara 1963 yılı itibariyle tekrar başladığını ve bu çalışmalarını 1973 yılına kadar sürdürdüğünü görüyoruz.

Belgesel konusunda ülkemizde bitmek bilmeyen bir isteğin olduğu ortaya çıkıyor. Eczacıbaşı fabrikaları, Yapı Kredi Bankası, Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu gibi kuruluşlar belgesel filmcilik konusunda oldukça fazla çalışmalarıyla gözümüze çarpıyor.

Bu anlamda dikkati çeken isimlerden biri Suha Arın. 2004 yılında kaybettiğimiz bu ustayı burada anmadan geçemeyeceğim.



Suha Arın
1942-2004

"Türk belgesel sinemacılığının yüz akı ve büyük ustası" diye tanımlanan Arın, İlk, Orta ve Lise öğrenimini Ankara'da tamamladı. Washington, D.C. Howard University - Sinema Televizyon Yapımcılığı ve Yönetmenliği (Lisans); The American University - Kitle Haberleşmesi-Hükümet ve Kamu Enformasyonu (Lisans üstü) eğitimleri aldıktan sonra, 1962'den itibaren Milli Eğitim Bakanlığı - Öğretici Filmler Merkezi için yönetmen ve senaristlik yaptı.

1966 - 1967 sürecinde Amerika'da Capital Film Labs`ta görev yaptı. Amerika'nın Sesi Radyosu Washington Muhabirliği, Uluslararası Sinema TV Merkezi (USIA) ve TRT Washington Muhabirliği, çevirmenlik ve sunuculuğunda bulundu. 1973 - 1974 sürecinde Ankara Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu’nda öğretim görevlisi olarak çalışmaya başladı. Ankara ve İstanbul’daki çeşitli üniversitelerde sürdürdüğü öğretim görevinde, aralarında günümüzün ünlü yönetmenleri, gazetecileri ve akademisyenlerinin de bulunduğu çok sayıda öğrencinin yetişmesine katkıda bulundu.

Filmografya;

Trafik Emniyeti: İlk ve orta dereceli okullardaki öğrencilere, temel trafik kurallarını öğretmeyi amaçlayan 30 dakikalık eğitim filmi (1964).

Başkent Ankara: İlk ve orta dereceli okullardaki öğrencilere yönelik olarak hazırlanan ve başkent Ankara’nın tarihi geçmişini inceleyen 30 dakikalık eğitim filmi (1964).

Pride(Gurur): ABD'nin başkenti Washington'daki "Pride" (Gurur) adli bir zenci örgütünü tanıtmayı amaçlayan 30 dakikalık bir TV filmi (1968).

Hattiler'den Hititler'e: Hitit kültür ve sanatını yansıtmayı amaçlayan 30 dakikalık belgesel film (1974).

Sessiz Emekçiler: Sosyal güvencesi olmayan Orman ve Tarım İsçileri’nin sorunlarını dile getiren 30 dakikalık TV Haber Belgeseli (1974).

Affın Ardından: 1974 yılında çıkarılan genel afin ardından, tekrar ceza evine dönen hükümlülerin dönüş nedenlerini irdeleyen 30 dakikalık TV Haber Belgeseli (1974).

Kaygı Kuyuları:
Zonguldak yöresindeki kömür madenlerinde çalışan isçilerin sorunlarını irdeleyen 30 dakikalık TV haber belgeseli (1975).

Bir Yuva Dağılıyor:
Üst düzey kamu yöneticilerinin çocukları için kreş’e dönüştürülmesi kararlaştırılan, Atatürk'ün kurduğu Ankara-Keçiören Atatürk Çocuk Yuvası’ndaki yetim ve öksüz çocukların Anadolu'daki diğer yuvalara gönderilmeleri olayını sorgulayan ve onların bu yuvadaki günlük yaşamlarını inceleyen 30 dakikalık TV Haber Belgeseli (1975).

Midas’ın Dünyası:
Frig kültür ve sanatını yansıtan 30 dakikalık belgesel film.(Gordion Tümülüs’ünde bulunan ünlü Frig Kralı Midas'a ait olduğu sanılan kafatası da dünya kamuoyuna ilk kez bu filmde sunuldu.) (1975).

Safranbolu'da Zaman:
Orta Karadeniz Bölgesi'nde yer alan 100-150 yıllık tarihi evleriyle bir "müze kent" görünümünde olan Safranbolu'yu, mimari, kültürel ve sosyal yönleriyle tanıtmayı, bu tür evlerin korunması için kamuoyunda belli bir bilinç oluşmasını amaçlayan 40 dakikalık belgesel film (1976).

Urartu'nun İki Mevsimi:
Urartu’ların tarih, kültür ve sanatlarını yansıtmayı amaçlayan 40 dakikalık belgesel film (1977).

İstanbul’un Çağırdığı Su:
Tarih boyunca susuzluk çeken İstanbul kentine, içme suyu sağlamak için Bizans ve Osmanlı dönemlerinde yapılan çalışmaları; bu çalışmaların sonucunda üretilen sarnıç, kemer, maksem, bent, çeşme gibi eserleri yansıtmayı amaçlayan 40 dakikalık belgesel film (1977).

Likya’nın Sönmeyen Ateşi:
Antik dönemde, Anadolu'nun güneyinde, Akdeniz Bölgesi'nde, Fethiye ile Antalya arasında kalan Teke Yarımadası ve çevresinde görülen Likya Uygarlığı’nı tanıtmayı amaçlayan her biri 30'ar dakikalık iki bölümden oluşan belgesel (1977).

Yörük Elif: Senaryosunu Orhan Asena’nın yazdığı, başrollerini Semra Özdamar, Levent Özdilek, Ahmet Evintan, Sükrü Üstün, Ülker Ergöksel, Levent Ersin ve Orhan Güner'in paylaştığı 80 dakikalık imgesel TV filmi. Filmde, Toroslar'da yasayan bir Yörük kızının, kente göç etme özlemiyle, daha önce kente yerleşmiş olan bir gencin vaatlerine kanarak, O'nunla girdiği yasak ilişki ile oba büyüklerince evlenmeye zorlandığı bir başka gencin sevgisi arasındaki ikilemi konu edilmekte (1978).

Tahtacı Fatma:
Batı Toros dağlarında yaklaşık 2000 metre yükseklikte, annesi, babası ve kardeşleriyle birlikte ağaç kesim isinde çalışan 12 yasındaki bir Tahtacı Kız’ın özlem, sıkıntı ve düşlerinin işlendiği 30 dakikalık belgesel film (1979).

Kapalıçarşı’da 40 Bin Adım: Günde ortalama 40.000 adım atarak Kapalıçarşı’da dolaşan bir Şerbetçi'nin gözüyle, tarihi Kapalıçarşı’nın dününü ve bugününü anlatan 30 dakikalık belgesel film (1980).

Aşık Ali İzzet Özkan: Türkiye'de "aşıklık" geleneğinin son temsilcilerinden kabul edilen halk ozanı Aşık Ali İzzet Özkan’ın hayatına ve eserlerine ilişkin 30 dakikalık belgesel film (1980).

Cemal Reşit Rey: Klasik batı müziğinin halka sevdirilmesinde büyük katkıları olan, Cumhuriyet Dönemi'nin en önemli besteci ve hocalarından Cemal Reşit Rey'in hayat öyküsünü ve eserlerini yansıtmayı amaçlayan 30 dakikalık biyografik belgesel (1980).

Dolmabahçe ve Atatürk: Atatürk'ün doğumunun 100.yıldönümü (1981) vesilesi ile gerçekleştirilen 45 dakikalık bu belgesel filmde, İstanbul’daki ünlü Dolmabahçe Sarayı’nın tarihçesi ile Osmanlı ve Cumhuriyet dönemindeki işlevleri anlatılmaktadır (1981).

Anadolu'nun Petrol Yolu: Petrol Ofisi'ni tanıtmak amacıyla gerçekleştirilen 30 dakikalık belgesel film. (Bu film, A.Ü.Siyasal Bilgiler Fakültesi Basın Yayın Yüksek Okulu öğrencileri ile birlikte gerçekleştirilmiştir.)

Kula'da Üç Gün: Ege Bölgesinde yer alan ve geleneksel Türk mimarisini yansıtan tarihi evleriyle bir "müze kent" görünümünde olan Kula’yı, mimari, kültürel ve sosyal yönleriyle tanıtmayı, bu tür evlerin korunması için kamuoyunda belli bir bilinç oluşmasını amaçlayan 40 dakikalık belgesel film (Bu film A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Basın Yayın Yüksek Okulu öğrencileri ile birlikte gerçekleştirilmiştir.)(1983).

Kariye: Mozaikleri ve Freskleri ile dünyaca ünlü Kariye Müzesi'ni tanıtmayı amaçlayan 30 dakikalık belgesel film (1984).

Anadolu'da Konutun Öyküsü: Anadolu'daki halk mimarisinin, gelişimini ve en seçkin örneklerini derleyen, 30'ar dakikalık iki bölümden oluşan belgesel film.(1984).

Camın Teri: Şişe ve Cam Fabrikaları A.S.'nin kuruluşunun 50.yıldönümü ve "1985 Dünya Gençlik Yılı" vesilesiyle hazırlanan 30 dakikalık bu belgesel filmde, Paşabahçe Cam Fabrikası’nda, üç ayrı ünitede (Üfleme-Kristal-Otomasyon) çalışan ve usta olabilmek için, çıraklık ve kalfalık aşamalarından geçen; ancak çekimler sırasında çıraklık aşamasında bulunan üç gencin, günlük yaşamlarından kesitlerle onların duygu ve düşüncelerinin yansıtılması amaçlanmıştır (1985).

Fırat Göl Olurken: Karamaya ve Atatürk barajlarının göl suları altında kalacak olan "maddi ve manevi" kültür varlıklarımızı, günümüz ve geleceğin kuşaklarına aktarmak amacıyla yapılan, 30'ar dakikalik 10 bölümden oluşan belgesel dizi (1985/Hasan Özgen'le ortak yönetim).

Eski Evler Eski Ustalar: Türkiye'deki tüm coğrafi bölgeleri kapsayan ve Türkiye'nin sivil mimarisi ile bu sivil mimariyi yaratan son ustaları belgeleyen 30'ar dakikalık 12 bölümden oluşan belgesel diziden:

"Doğu Karadeniz:Sisler Kovulunca" (1986)
"İç Anadolu I: Ozanlar ve Evler" (1987)
"İç Anadolu II: Erciyes'in Bereketi" (1987)
"Bati Karadeniz:Ağacın Türküsü" (1988)

Dünya Durdukça...Mimar Sinan: 1988 yılının Uluslararası Mimar Sinan Yılı ilan edilmesinden hareketle Mimar Sinan’ın hayatını ve eserlerini yansıtmayı amaçlayan 30'ar dakikalık 6 bölümden oluşan belgesel dizi (1988).

Mimar Sinan’ın Anıları: Mimar Sinan’ın anılarının yer aldığı "Tezkiret-ül-Bünyan" adli kitabi tanıtmayı amaçlayan 40 dakikalık belgesel film (1989).

Hüseyin Anka ile Sinan’ı Yeniden Yorumlamak: Mimar Sinan’ın doğumunun 500.yıldönümüne rastlayan 1990 yılı için hazırlanan 40 dakikalık bu belgeselde, Mimar Sinan’ın ilk heykelini yapan Hüseyin Anka, son verilerin ışığında yeni bir yontu çalışmasıyla Mimar Sinan’ı yeniden yorumluyor.(1990)

Topkapı Sarayı: Topkapı Sarayını anlatan her biri 20-25 dakika süreli 7 bölümlük bu belgesel dizide; sarayın, Fatih Sultan Mehmet ile başlayan ve günümüze dek uzanan, tarihsel, siyasal ve kültürel işlevleri, saray yaşamının çarpıcı örnekleri içinde yansıtılmaktadır (1991).

Ayasofya: 28 dakika süreli Ayasofya Belgeseli'nde, dünya mimarlık tarihinin en büyük anıtlarından biri olan Ayasofya’nın, 4.yüzyıldan günümüze uzanan tarihi, kültürel ve siyasal geçmişi, görkemli mimari yapısı ile iç-içe anlatılmaktadır (1991).

Altın Kent İstanbul: 20 dakika süreli Altın Kent İstanbul belgeseli, 1996 yılında İstanbul’da düzenlenen, Uluslararası Habitat II etkinlikleri kapsamında gösterilmek üzere hazırlanmıştır. Bu filmde "İstanbul’un taşı toprağı altın" fikrinden hareketle, altının, geçmişte ve günümüzde İstanbul’un ekonomik, siyasal ve sosyal yaşamındaki önemi vurgulanmaktadır (1996/Hakan Aytekin'le ortak yönetim).

Kıbrıs'da Bir Özgürlük Anıtı: Her biri bir saatlik üç bölümden oluşan ve Kıbrıs’ın siyasi tarihini anlatan belgesel TV dizisi. (1997)

Denktaş’ın Fotoğrafları: Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ın hayatini anlatan bir saatlik biyografik belgesel. (1997)

The Ten Colours of Asia Minör-A Film Production Guide to Turkey:
(Küçük Asya'nin On Rengi-Türkiye Film Yapim Kılavuzu)
Yabancı film yönetmenleri ile yapımcılarına yönelik İngilizce albüm-kitap. (Şubat 2000)



Suha Arın ı kısaca tanıtmaya çalıştıktan sonra 1968 yılında Yapı Kredi Bankasının Milano’da "MİFED" yarışmasına "Ebru " adlı belgeselle katılarak 12 ülke ve 138 film içinde artistik, turistik ve belgesel filmler kategorisinde dördüncülük ve liyakat ödülü alması da o zamanın nesnel koşullarında başarılarımızdan birisidir.

1968 yılında televizyonun da etkisiyle belgeseller konusunda çalışmalar yapılmış olsa bile dünya geneline baktığımızda dünya genelindeki gelişmelerin oldukça uzağında bir belgesel geçmişimiz olduğunu söyleyebiliriz.

Bunların nedenlerine girecek değilim. Asıl düşünülmesi gereken gerçekten adım başı belgesel çekiminin yapıldığı ülkemizde gerçek anlamda belgeselciliğin pek anlaşılmamış olmasıdır.

İyi yada kötü bu anlamda TRT Kurumuna sanırım bir teşekkür borçluyuz.

TRT Kurumu 1968 yılında yayına başlamış, ve o günden bu yana haber, eğitim, eğlence ve kültür içerikli programlara öncelik veren bir yayıncılık anlayışıyla yayınlarını sürdürmüş olsa bile Ankara TV Müdürlüğü bünyesinde bir Belgesel Programlar Müdürlüğü vardır.

TRT Belgesellerine ayrılan bütçeler tamamen belgeseller için kullanılır. Özel şirketlerin örneğin Kültür Bakanlığından aldıkları bütçeler ancak kısmen prodüksiyona harcanmakta geri kalan kısmı şirketler adına artırılabilmektedir.

TRT yayınların Anayasanın 2954 sayılı Türkiye Radyo Televizyon Kanunu,3984 sayılı Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayınları Hakkında Kanun ve Avrupa Sınır ötesi Sözleşmesi gibi kanunlara uygun olarak yürütmek durumundadır.

Bu biçimiyle TRT fikri yapısını devletin ideolojisi ve söz konusu kanunlardan alır.

Sürekli değişen politikalara sahip ülkemizde bu var olan koşullar sebebiyle TRT den neler beklenip neler beklenmeyeceği tartışmaya açık gerçeğimizdir.

Buraya alamayacağım kadar çok belgesel arşivimiz var bu anlamda.

Çok daha önemlisi gerçekten "Belgesel Film nedir ?" konusunda bir belgesele ihtiyacımız var gibi gözükmesi.

Son zamanlarda Belgesel Film konusunda bir hayli iyi işler ortaya çıkmış olsa dahi Belgesel Film konusunda çağı pek yakalayamadığımızı söylemenin acısını duyuyorum.

sanem uçar

16 Şubat 2011 Çarşamba

Belgeseller 3




Hitit Güneşi Belgesel Film adına bize ilk başarıyı getiren belgesel olması açısından gerçekten önemlidir. Konusunda uzman kişilerle yapılmış olması belgeselin niteliğini artıran en önemli faktörlerden biri olmuştur.

Bu belgeseli baz alarak yapılan bir çok Hitit' lerle ilgili belgesellerde var. Ancak hiç biri Hitit Güneşinin düzeyine gelebilmiş belgeseller değildir.

Bu anlamda haddimi aşan cümleler kurmak istemesem de filmseverliğin yanında belgesel filmleri de çok seven ve elinden geldiğince izlemeye çalışan biri olarak dağarcığı geniş bir vatandaş olarak yorumlarda bulunuyorum.

İnternet bir çok anlamda bizlere kolaylık sağladığı gibi bazı anlamlarda da bir bilgi çöplüğüne dönmüş durumdadır. Bilgisayarın karşında klavyelere dokunan hemen herkes konusunda uzman davranışlarıyla sitelerde, bloglarında yorumlarla, yanlış bilgilerle insanın kafasını karıştırıyor.

Doğal olarak izlediklerimle yazılanların izdüşümü paralellik göstermediğinden aykırı bir davranışta bulunuyor gibi gözükebilirim.( Bir çok belgesele, belgesel statüsüne bile giremeyecek onlarca esere "olağanüstü" yorumlarını gördüğümde, kendimle çelişiyorum) Bu sebeple konusunda uzman bir okurun en azından yazdıklarım arasında bir hata varsa düzeltmesini beklemekten başka bir şey yapamıyorum şimdilik.

1965 yılına kadar bu anlamda büyük bir başarımız yok. 1965 yılında ise yine bir başarıya imza atıyoruz Adnan Benk yönetimindeki " Ben Asitavandas " adlı belgeselle.

Bu belgesel konu olarak Karatepe açık hava müzesinde yer alan Arslantaş Kalesi kalıntılarından yola çıkılarak hazırlanmıştır.

İÖ VIII. veya İÖ VII. yüzyıllar arasında yaşamış Adana ovası hükümdarı Asitavandas'ın seslenişini içerir. Onun yaptırdığı bir kale de bulunan Hitit ve Fenike dilinde yazılmış yazıtlar kullanılır.

Belgesel in künyesini vereyim;

Yapım Tarihi : 1965
Formatı : Film / 35 mm
BSB Arşiv No : 312

Yönetmen - Adnan BENK
Görüntü Yönetmeni - Aziz ALBEK
Seslendiren - Tahsin YÜCEL
Özgün Müzik - Adnan BENK

Bu belgesel İtalya Paddua Üniversitesi 10. Ulusal Film Şenliği - 1965 / İkincilik Ödülü aldı.

Buraya hükümdar Asitavandas ın seslenişini almak istiyorum. Oldukça güzel....



"Ben gerçekten Asativatas'ım

Güneşimin adamı, Fırtına Tanrısı'nın kulu

Avariku'sun büyük kıldığı, Adanava hükümdarı

Beni Fırtına Tanrısı Adanava kentine ana ve baba yaptı ve Adanava kentini ben geliştirdim

Ve Adanava ülkesini genişlettim, hem gün batısına, hem de gün doğusuna doğru.

Ve benim günümde Adanava kentine refah,tokluk, rahatlık tattırdım, ve Pahara depolarını doldurdum

Ata at kattım, kalkana kalkan orduya ordu kattım, herşey Fırtına Tanrısı ve Tanrılar için,
çalımlıların çalımını kırdım.
Ülkede kötü olanları ülke dışına attım

Kendime bey konakları kurdum, soyumu rahata kavuşturdum ve baba tahtına oturdum, bütün krallarla barış kurdum.
Krallar da beni ata bildiler, adaletim, bilgeliğim, ve iyi yüreğim için.
Bütün sınırlarımda güçlü kaleler kurdum, kötü kişilerin, çete başlarının bulunduğu sınırlarda;
Mopsos evine boyun eğmeyenlerin hepsini ben , Asativatas, ayağımın altına aldım.


Buralardaki kaleleri yok ettim, kaleler kurdum ki Adanavalılar rahat ve huzur içinde yaşaya.
Gün batısına doğru benden önceki kralların alt edemediği güçlü ülkeleri alt ettim.
Ben Asativatas, bunları alt ettim, kendime kul ettim ve onları ülkemin gün doğusuna doğru, sınırlarımın içine yerleştirdim.

Ve günümde Adanava sınırlarını gün batısına, gerekse gün doğusuna doğru genişlettim.

Öyle ki, önceleri korkulan yerlerde, erkeklerin yola gitmekten korktukları ıssız yollarda, günümde kadınlar kirmen eğirerek dolaşmaktadır.

Ve benim günümde bolluk, tokluk, rahat ve huzur vardı.

Ve Adanava ve Adanava ülkesi huzur içinde yaşıyordu.

Ve bu kaleyi kurdum ve ona Asativadaya adını vurdum,

Fırtına Tanrısı ve tanrılar beni buna yönelttiler, ta ki bu kale Adana ovasının ve Mopsos evinin koruyucusu olsun.


Günümde Adana ovası topraklarında bolluk ve huzur vardı,

Adanava'lılardan günümde kılıçtan geçen kimse olmadı.
Ve ben bu kaleyi kurdum, ona Asativadaya adını vurdum.

Oraya Fırtına Tanrısı'nı yerleştirdim ve ona kurbanlar adadım;
yılda bir öküz, çift sürme zamanı bir koyun, güzün bir koyun adadım.


Fırtına Tanrısını takdis ettim, bana uzun günler, sayısız yıllar ve bütün kralların üstünde büyük bir güç bahşetti.
Ve bu ülkeye yerleşen halk öküz, sürü, bolluk ve içkiye sahip oldu, dölleri bol oldu, Fırtına Tanrısı ve tanrılar sayesinde.

Asativatas'a ve Mopsos evine kulluk ettiler.

Ve eğer krallar arasında bir kral, prensler arasında bir prens, hatırı sayılır bir insan Asativatas'ın adını bu kapıdan siler, buraya başka bir ad yazar, bunun ötesinde bu kente göz diker ve Asativatas'ın yaptırdığı bu kapıyı yıkar, yerine başka bir kapı yapar ve ona kendi adını vurursa, aç gözlülük, kin ya da hakaret amacıyla bu kapıyı yıkarsa, o zaman Gök Tanrısı, Yer Tanrısı ve Evrenin Güneşi ve bütün tanrıların gelen kuşakları bu kralı, bu prensi ya da hatırı sayılır kişiyi yeryüzünden sileceklerdir.
Yalnızca Asativatas'ın adı ölümsüzdür, sonsuza dek, Güneşin ve Ayın adı gibi."

Kuşkusuz bu önemli başarımızın mimarı Adnan Benk i tanıtmadan bitirmeyeceğim bu bölümü.



Adnan Benk 1922 de Paris te doğmuştur. Liseyi Saint-Joseph te bitirmiş ve 1942 yılında İstanbul Üniversitesi Fransız ve Roman dilleri Filolojisine girmiştir. 1946 yılında mezun olduğu bu bölümde asistan olarak kalmıştır. Emekli olduğu 1982 yılına kadar, onun bilge kişiliğine ve insanlığına hayran olmuş yüzlerce öğrenci yetiştirmiştir.

Adnan Benk hocalığının yanında Ansiklopedi çalışmaları, çevirmenlik, eleştirmenlik, dergi yöneticiliği gibi birçok önemli işi son derece başarılı yapmıştır. Edebiyat, tiyatro, müzik, sinema ve plastik sanatlara ilişkin eleştiri ve deneme yazıları bulunan Benk, Büyük Lügat, Meydan Larousse Ansiklopedisi'nin çeviri bölümünü ve Türkiye Ansiklopedisi'ni yönetmiştir. Öykü ve roman çevirisi de yapan Benk, Gelişim Yayınları tarafından çıkarılan Büyük Larousse Ansiklopedisi'nin Genel Yayın Yönetmenliğini üstlenmiştir.

1963'te "Aktamar" belgeselinin yönetmenliğini yapmıştır. 1956'da "Hitit güneşi", 1965'te "Ben Asitavandas" belgesellerinin özgün müziğini yapmıştır. "Ben Asitavandas" belgeseli ile 1965'te İtalya Paddua Üniversitesi 10. Ulusal Film Şenliğinde İkincilik Ödülü almıştır.

19 Ocak 1998 de aramızdan ayrılan değerli Hoca nın Eleştiri yazılarını öğrencileri ve dostları 2000 yılında kitaplaştırmışlar ve yayınlamışlardır. İki cilt olarak Doğan yayıncılıktan çıkan bu kitap Hoca'nın bilgeliğini, titiz eleştirmenliğini ve biraz da öğretmen yönünü ortaya koyan eserlerdir.

Eserleri:

Eleştiri Yazıları / IV, Okuyorum, Öyleyse Varım, Nisan 2002
Eleştiri Yazıları / III, Çağdaş Eleştiri / Söyleşiler Yazılar, Şubat 2001
Eleştiri Yazıları / II, Ekim 2000
Eleştiri Yazıları / I , Ekim 2000
Bir Kış Günü, Öğleden Sonra (M. Duras) (Çeviri), 1989
Gönülçelen (J. D. Salinger) (Çeviri), 1967
Katır İnadı (G. Guareschi) (Çeviri), 1957
Mahvolan Şaheser (Balzac) (Çeviri), 1944
Sükûtun Hataları (Şiir), 1944

İster istemez bu belgeselleri araştırmak adına izlerken "Belgesel nedir diye ? " sormadan edemiyorum. "Belleklere yeni belgeler eklemek" demek geçiyor içimden. Daha bir çok şey geçiyor ama sindire sindire gitmekte fayda var.

Hız çağında yaşadığımı elbette biliyorum. Ancak bu hızlı yaşamın insanı tüketen tarafını da biliyorum. Ve Belgesel Film yaratabilmek için yıllarını vererek bir eser ortaya koyan ustaları da bildiğimden sanki hızlıymışım gibi garip bir duyguya kapılıyorum.

Evet; keşke, keşke daha iyi araştırabileceğim kaynaklarım olsa...

sanem uçar

11 Şubat 2011 Cuma

Belgeseller 2



Türk belgesel tarihini incelemeye devam ederken tarih belgesellerin yoğunluğu dikkat çekiyor. Tarihi anlamda büyük bir geçmişi olan bir ulusun bu anlamda daha fazla ürün ortaya koyması anlaşılır bir şey.

Cumhuriyetin ilk yıllarında belgesel filmcilik ciddiye alınmışa benziyor.Hatta bu anlamda dışardan yönetmen getirilerek bu anlamda çalışmaların yapılması ortaya buram buram tarih kokan belgesellerin ortaya çıkmasına sebep olmuş.

1937 yılında özel bir şirket olan Ha-Ku Film Rusyadan film yönetmeni Ester Schub' u Türkiye ye davet ediyor.Ester Schub Kemal Necati Çakuş ile birlikte İstanbul, Ankara ve İzmir de çekilen sahnelere eski filmlerinde eklenip kurgu şeklinde sunulmasıyla farklı bir çalışma yapıyor.

Bu Sovyet kadın belgesel sanatçısı Ester Şub, Kemal Necati Çakuş ile birlikte 1934-37 yılları arasında hazırlıyor bu belgeseli . Türk Devrimlerinin "Terakki Hamleleri " adı altında geçirdiği evreleri anlatmak adına hazırlanan bir belgeseldir bu.

Bu anlamda bu belgeselin ülkenin I.Dünya savaşından başlayıp, Kurtuluş Savaşı, Cumhuriyetin kuruluşu ve Devrimlerle ilgili olarak hazırlanan derli toplu bir çalışma olarak kayda değer olduğu konusunda fikir birliği var.

Bu ülkeyi anlamakta zorlanıyorum. Bu çalışmaları izlemek istersek nereden ve nasıl bulunacağı konusunda bir fikrim yok.

Örneğin 1934 yılında Atatürk ün isteği doğrultusunda çekilen "Türkiye'nin Kalbi Ankara " belgeseli 1969 yılında TRT deki gösterimi sırasında zamanın TRT Genel Müdürü Adnan Öztrak tarafından yayınlanması durdurulmuş ve gösterimi engellenmiştir.


Türkiye'nin Kalbi Ankara

Ancak Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığının resmi sitesine yeni eklenerek izleme şansına sahip olduk.

Aşağıdaki linki tıklayarak belgeseli izleyebilme şansınız var;

Tıklayın

Ya da internetin sonsuz hizmetlerinden biri olarak buraya eklediğim videodan izleyebilirsiniz.



Bundan sonraki çalışmalarda 1941 yılında da o zamanki adıyla Matbuat Umum Müdürlüğü olan Basın Yayın ve Turizm Genel Müdürlüğü kurulmuş ve bayram törenleri, Cumhurbaşkanı ve Başbakanın gezileri ve diğer güncel olaylar belge niteliğinde çekilmiştir.

1956 yılına geldiğimizde ise belgesel tarihimizdeki en önemli sayfalardan biri açılıyor.

1956 yılında Sabahattin Eyüboğlu ve Mazhar Şevket İpşiroğlu tarafından İstanbul Üniversitesi adına yapılan Hitit Güneşi adlı belgesel film bir çok anlamda önemli bir belgeselimiz.



Mazhar Şevket İpşiroğlu


1908’de İstanbul’da doğdu. Küçük yaşta gösterdiği resim yeteneği nedeniyle, liseyi bitirinceye kadar Namık İsmail’in atölyesine devam etti.

Daha sonra Almanya'ya giderek bir yıl Düsseldorf Akademisi Resim Bölümü’nde öğrenim gördükten sonra, 1929’da oradan ayrılarak Bonn, Hamburg ve Berlin üniversitelerinde felsefe ve sanat tarihi okudu.

1933’te Tübingen Üniversitesi’nde Hegels Aesthetik in Ihrem historischen Zusammenhang [Tarihsel Bağlamı İçinde Hegel’in Estetiği] adlı teziyle felsefe doktoru oldu. 1934’te Türkiye’ye dönerek İÜ Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü öğretim üyeliğine atanan İpşiroğlu, bir önceki yıl gerçekleştirilmiş olan üniversite reformunun yaşama geçirilmesinde yoğun emek verdi.

1939’da Martin Heidegger ve Max Scheler’de İnsan konulu teziyle doçent, 1943’te profesör unvanını aldı. 1930’ların sonuna doğru çalışmalarında daha çok sanat tarihine yer veren İpşiroğlu, fakültede Sanat Tarihi Bölümü’nün kurulması üzerine buraya geçti ve 1949’da bölüm başkanı oldu.

1956’da sanat tarihçisi Sabahattin Eyuboğlu’yla birlikte İÜ Film Merkezi’ni kurdu ve Anadolu uygarlıklarını geniş çevrelere tanıtmak ve benimsetmek amacıyla birçok film çekilmesini sağladı.

Araştırmalarının yanı sıra yönetim görevleri de üstlenen İpşiroğlu, 1948-49 ve 1958-59’da iki kez dekanlık yaptı. 1960’ta ordinaryüs profesörlüğe yükseldi. 1961’de İslam sanatı dersleri vermek üzere Tübingen Üniversitesi’ne gitti, 1965’te İÜ’deki görevine döndü ve 1977’de emekliye ayrıldı.

1985’te İstanbul’da öldü. Türkiye’de sanat tarihinin bir bilim dalı olarak yerleşmesinde çok önemli katkıları olan, Batı Hıristiyan sanatı ve İslam sanatı üzerine çok sayıda
bilimsel yazısı yayımlanan İpşiroğlu’nun başlıca kitapları şunlardır:

Rönesans Sanatı, 1942;
Avrupa Sanatı ve Problemleri, 1946;
Avrupa Sanatında Gerçek Duygusu, S. Eyuboğlu ile, 1954;
Das Bild im Islam, 1971,
İslam’da Resim Yasağı ve Sonuçları, 1973;
Oluşum Süreci İçinde Sanatın Tarihi, N. İpşiroğlu ile, 1977;
Sanatta Devrim, N. İpşiroğlu ile, 1979;1980;
Wind der Steppe, 1984,
Bozkır Rüzgârı: Siyah Kalem, 1985;
Meisterwerke aus dem Topkapı, [Topkapı Sarayı’ndaki Başyapıtlar]1980
Wind der Steppe, 1984,
Bozkır Rüzgârı: Siyah Kalem, 1985;
Ahtamar Kilisesi: Işıkla Canlanan Duvarlar, 2003.



Sabahattin Eyuboğlu ise
;

1908 yılında Trabzon'un Akçabat beldesinde dünyaya geldi. Türk Belgesel Sinemasına önayak olan üstadlardandır. Sabahattin Eyuboğlu, aydınlanma düşüncesinin öncüsü bir düşünce ve edebiyat insanıdır. Çevirileri, inceleme ve denemeleri ile Türk milletinin çağdaşlaşma yolundaki girişimlerin önünü açan bir aydın, eğitimcidir.

Sabahattin Eyüboğlu Kaymakamlık, mutasarrıflık ve Trabzon milletvekilliği yapmış olan Mehmet Rahmi Bey'in oğlu ve ressam-şair Bedri Rahmi Eyuboğlu'nun kardeşidir. Çocukluğu, babasının görevi sebebiyle, Anadolu'nun çeşitli şehirlerinde geçti. İlköğrenimini 1922 senesinde Kütahya'da, ortaöğrenimini 1928'de Trabzon Lisesi'nde bitirdi. Lise 3. sınıfta iken, üniversiteye öğretim üyesi yetiştirmek amacıyla açılan bir sınavı kazanarak Avrupa'ya gitti. Yükseköğrenimini, dil, edebiyat ve estetik öğrenimi gördüğü Dijon , Lyon ve Paris üniversitelerinde tamamladı. İngiltere'ye geçerek, Londra'da İngiliz edebiyatı ve kültürü üzerine incelemeler ve araştırmalar yaptı.

Yurda dönünce, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümü'nde doçentlik (1933-38); Milli Eğitim Bakanlığı'nda müfettişlik, Talim ve Terbiye Kurulu üyeliği ve Tercüme Bürosu başkan yardımcılığı görevlerinde bulundu. Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü'nde "Metinlerle Batı Kültürü Tarihi" derslerini okuttu (1939-1947). Yakın dostu Vedat Günyol, onun bu derslerini ve eğitim anlayışını şöyle değerlendirir: "Sabahattin Eyuboğlu'ydu, 'Metinlerle Batı Kültürü Tarihi' derslerinde ve haftada bir tartışmalı açık toplantılardaki o konuşmadan konuşturan, doğruyu, güzeli, iyiyi hiçbir telkine kaçmadan öğrencilerin kendilerine bulduran."

Sabahattin Eyuboğlu'nun uygulamaya çalıştığı eğitim yöntemi, el işçiliğinden kafa işçiliğine, el eğitiminden kafa eğitimine geçerek, yaratıcılığına, insanca niteliklerine inandığı ve canı gibi sevdiği Türk köylüsünü köyün içinden yetişen aydınlarla onu kalkındırmayı amaçlıyordu."

Eyuboğlu, bu eğitim açılımına gönülden iştirak etti. Eyuboğlu, bu girişimi şu düşünceleriyle ifade eder: "Köy Enstitüleri İstiklal Savaşı'nın getirdiği yeni bir Türkiye görüşüne dayanır her şeyden önce. Bu yeni Türkiye topraklarını kesin olarak sınırlamış İstanbul'daki sarayını, devasız dertlere düşmüş, ayağı yerden kesilmiş, dostunu düşmanını bilemez olmuş sarayını kökünden yıkmış, 'imtiyazsız, sınıfsız' olmasını dilediği bir halk devleti kurmuş, eski devletin bağlı kaldığı donmuş Doğu kültürünü de bırakıp yaşayan, gelişen Batı kültürüne yönelmişti. Atatürk'ün gerçekleştirdiği devrimlerin dayandığı inanç, Türkiye halkının, büyük çoğunluğu köylü olan Türkiye halkının kendini yönetecek bağımsız bir devlet kurabileceği inancındaydı. Bu inanç olmasa bugün bizim dediğimiz Anadolu bizden başka herkesin olurdu. Halka dayanan, halka güvenen bir yeni devletin yapacağı ilk iş, halkın yaşadığı her yerde ve en çok da köylerde bir tek sözcüsünü olsun bulundurmak, barındırmak, desteklemekti. Köy Enstitüleri bu sözcüyü memleket ölçüsünde yetiştirmek amacıyla kuruldu."

Eyuboğlu,Tercüme Bürosu'ndaki başkanlık ve Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü'ndeki öğretim üyeliği görevlerinden uzaklaştırılınca Paris'e gitti (1947). Dönüşünde, yeniden Milli Eğitim Bakanlığı müfettişi olarak Maraş, Adana, Gaziantep, Hatay yörelerinde çalıştı (1949). İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Fransız Dili Bölümü'nde Karşılaştırmalı Türk-Fransız Edebiyatı (1950); İstanbul Teknik Üniversitesi'nde (1952) ve Tatbiki Güzel Sanatlar Yüksek Okulu'nda Sanat Tarihi dersleri okuttu (1958). Üniversiteden uzaklaştırılan "147'ler" arasında yer aldı (1960). Daha sonra, öğretim üyeliği görevleri iade edilse de, yalnızca Teknik Üniversite'deki görevine döndü.

Vedat Günyol ile birlikte Babeuf'ten çevirdikleri Devrim Yazıları (1963) kitabından dolayı, Ceza yasasının 142. maddesine aykırı görülerek yargılandı, beraat etti (1966), 12 Mart muhtırası sonrası, gizli örgüt kurmak savıyla , Azra Erhat ve Vedat Günyol ile birlikte tutuklandı (1971). Dört ay tutuklu kaldı. Yargılama sonunda beraat etti. 13 Ocak 1973'te, geçirdiği kalp krizi sonucu İstanbul'da öldü.

İlk yazısı ("Tenkid") Hakimiyet-i Milliye'de (Ulus) çıktı (1930, Ankara). 1934 sonrası Varlık, Ağaç, Tan, Kültür Haftası, Edebiyat, Ülkü, Vatan, İnsan, Tercüme, Yaprak, Ulus, Yeni Ufuklar, Yeditepe, Vatan, Akşam, Tanin, İmece.. gibi gazete ve dergilerde edebiyat ve görsel sanatlar konularında inceleme, deneme ve eleştiriler yazdı, çeviriler yayımladı. Fransız, İngiliz, Rus, Yunan, Latin edebiyatlarından ellinin üzerinde yapıtı Türkçeye kazandırdı. Azra Erhat, onun çeviri uğraşısını değerlendirirken, şunları söyler: "Sabahattin Eyuboğlu çevirileriyle Türkiye'nin ve Türk insanının çağdaş kültür düzeyine ulaşması, giderek onu geçmesi için bilmesi, tanıması gereken uluslararası varlıkların dilimize kazandırması için geceli gündüzlü çeviriye vermiştir kendini. Onu yalnızca usta bir çevirmen olarak bilenler yanılırlar tümden. Çeviri onun gözünde bir araçtı, öncülüğünü yaptığı yolda ardından yetişkin düşün ve sanat adamlarının çokça sayıda gelmesi için."

Denemeler (Montaigne, 1947), Oblomov (Gonçarov, E. Güney ile, 1945-49), Devlet (Eflatun, M.A. Cimcoz ile, 1959), Moby Dick (H. Melville, M. Urgan ile, 1960), Masallar (La Fontaine, 1960), Ermiş Antonius ve Şeytan (Flaubert, 1968), Gargantua (Rabelais, A. Erhat ve V. Günyol ile, 1973), Hesiodos Eseri ve Kaynakları (A. Erhat ile, 1977) en tanınmış çevirileridir. M. Ali Cimcoz ile çevirdikleri Eflatun'un Devlet'iyle 1959 Türk Dil Kurumu Çeviri Ödülü'nü, Mavi ve Kara adlı deneme kitabıyla da 1960 Ataç Armağanı'nı kazandı.

1955'te Mahzar Şevket İpşiroğlu ile birlikte başlattığı Anadolu uygarlığının kaynaklarına yönelik belgesel film çalışmalarını Macit Gökberk ve Aziz Albek'le sürdürdü. Bu çalışmalarının ilki Hitit Güneşi 1956 Berlin Film Festivali'nde ikinci oldu ve "Gümüş Ayı" ödülünü kazandı. Bu dizinin diğer önemli çalışmaları şunlardı: Anadolu Ormanları (1956), Surname (1959), Karanlıkta Renkler-Göreme (1959), Anadolu'da Roma Mozaikleri (1959), Anadolu Yolları (1959), Eski Antalya'nın Suları (1965), Ana Tanrıça (1966) ve Karagöz'ün Dünyası.

YÖNETMENLİĞİNİ YAPTIĞI BELGESELLER

Hitit Güneşi - 1956
Anadolu Ormanları - 1956
Surname - 1959
Anadolu Roma Mozaikleri - 1959
Karanlıkta Renkler : Göreme - 1959
Anadolu Yolları - 1959
Yaşamak İçin - 1963 / Sabahattin EYÜBOĞLU, Şakir ECZACIBAŞI
Nemrut Tanrıları - 1964
Eski Antalya'nın Suları - 1965
Ana Tanrıça - 1966
Karagözün Dünyası - 1972
Siyah Kalem - 1973
Küskün Adam -
Halk Oyunları : Akdamar -

KATILDIĞI FESTİVALLER VE ÖDÜLLERİ

Karagözün Dünyası - Complutanse Üniversitesi, 2. Uluslararası Bilimsel ve Öğretici Sinema Şenliği. 1972
Karagözün Dünyası - 2. Uluslararası Bilimsel ve Öğretici Sinema Şenliği, İkincilik Ödülü, "Gümüş Kuğu" 1972
Hitit Güneşi - Berlin Film Festivali, İkincilik Ödülü, "Gümüş Ayı" 1956
Hitit Güneşi - 8. Ankara Uluslararası Film Festivali
Siyah Kalem - Mansiyon kazandı. 1957

İşte tanıtmaya çalıştığım bu iki aydın yaptığı "Hitit Güneşi" adlı belgeselle Berlin Film Festivali’ne belgesel film dalında katılıp ikincilik ödülü Gümüş Ayı’yı kazanarak Türk belgesel filmciliğine uluslararası boyutu açmış bir belgeseldir.

Ne yazık ki bu çok değerli belgeselimize internet ortamında ulaşmak söz konusu değildir. Bu sizlerin özel çabalarıyla oluşan bir kazanım olacaktır.

Ülkemizde bir çok şey yapılırken belgesel filmcilik adına da yapılan doğruları ortaya koymakta fayda var. Hitit Güneşi izlenmeden Türk belgeselleri hakkında cümleler sarfetmeyi doğru bulmuyorum.

Gerçekten öylesine fazla belgesellerimiz var ki ve dağ taş aslına bakacak olursanız belgesellerle doluyken doğru isimlerin telafuz edilmiyor olması bizim ayıbımızdır.


sanem uçar

8 Şubat 2011 Salı

Belgeseller 1

Sinema_Resimleri (46)

Belgeseller daima ilgimi çekmiştir. Hemen hepimizin kafasına takılmış bir çok sorunun cevaplarının saklı olduğu bir alan gibi görmüşümdür belgeselleri.

Gerçeklerin en duru şekilde bizlere yansıtılış öyküsüdür benim için aynı zamanda. Kurmaca olaylar örgüsünün içinden değil de kendi dramatik gerilimi içinde yol alan bir serüvendir.

Sinema ile çok yakın bir akrabalığı varmış gibi gözükse de sinemanın içine duygu ve düşüncelerinde katılımıyla kendi öyküsü belgesellerde yerini gerçeklere bırakır.

Oldukça eski bir geçmişi olan belgesel filmcilik zaman zaman bir propaganda aracı olarak kullanılmış olsa dahi yine de belgesel filmciliğin özündeki gerçeklik olgusu beni belgesellere yakın kılıyor.

Kuşkusuz belgesellerde oldukça çeşitlilik göstermekte. Nedir diye bunlar göz atacak olursak;

Haber belgeseli
Gezi belgeseli
Toplumsal belgesel
Araştırma belgeseli
Bilimsel belgesel
Tarih belgeseli
Propaganda belgeseli
Derleme belgesel
Arkeoloji belgeseli
Spor belgeseli

gibi bir çok dallara ayrılmış durumdadır.

Ben belgeseller arasında toplumun değişimini belgeleyen ve aynı zamanda toplumun gelişiminde yada değişiminde rol oynacak amacı içinde barındıran belgeselleri daha fazla seviyorum.

Ne yazık ki içinde yaşadığımız sistem özellikle kitle iletişim araçlarıyla insanların kendisinden, sıkıntısından uzaklaşmayı hedef alan bir mantığı içerirken belgeseller neden sonuç ilişkisi içersinde bilgi vermeyi amaç edinmesiyle izleyici konumundan uzak tutar bizleri.

Bir belgesel izledikten sonra bir filmden çıkış esnasındaki durumdan çok daha farklı olarak bir aydınlanma hissedilir.Tabii iyi olanlarından...

Kahkahalarla güldüğüm belgeselde olmuştur açıkcası:)

Evet bu anlamda Türk belgesel tarihi de bir hayli ilginç bir serüven izliyor. Açıkcası Türkiyede belgeselciliğin çok fazla önemsenmediğini düşünüyordum, yaptığım araştırma sonucunda tam tersine çok fazla önemsendiğine tanık oldum.

Bu önemsenme olgusunu deşmek gerekiyor tabiki.

Nicel olarak o kadar çok belgeselimiz varki bende şaştım bu işe.

Türkiyedeki ilk belgesel film çalışmaları 1900 lü yıllara kadar iniyor. Bu anlamda ilk belgeselimiz olarak 14 kasım 1914 günü Ayastefanos’taki Rus anıtının yıkılışının belgelenmesi, ilk belgesel çalışması olarak kabul ediliyor.Filmi Fuat Uzkınay çekmiş, doğal olarak ilk belgesel yönetmenimizde Fuat Uzkınay oluyor.

Bu belgeseli izlemek isterim açıkcası....

Daha sonra yine Fuat Uzkınay Merkez Ordu Sineması Dairesinin başına getiriliyor ve 1915 te Galiçya cephesinde bir çok filmini tamamlıyor.

Merkez Ordu Sineması dairesini önemsemek gerekiyor. Gerçekten o dönemin koşullarında pek çok işler yapmış.

Neler mi yapmış?

1915’te Çanakkale Savaşları’nı yansıtan Anafartalar Muharebesinde İtilaf Ordularının Püskürtülmesi,
Galiçya Harekatı,
Galiçya’da 19. Süvari Müfrezesi,
1926’da Çanakkale Muharebeleri,
Irak Cephesi komutanlığını yaparken tifüsten ölen Von der Goltz’un cenaze töreninden görüntüler veren Von der Goltz Paşa’nın Cenaze Merasimi,
Kut-ül Amare Savaşı’nda tutsak alınan İngiliz generali Townshend ile Hintli tutsakları gösteren General Townshend,
General Townshend ile Hintli Üsera, 1917’de Alman İmparatoru Karl’ın Türkiye’ye yaptıkları gezileri yansıtan Alman İmparatoru’nun Askeri Müzeyi Ziyareti,
1918’de savaşın son yıllarında ölüm, cenaze ve biat törenlerini gösteren Abdülhamit’in Cenaze Merasimi,
Sultan Reşat’ın Cenaze Merasimi,
Vahdettin’in Biat Töreni ve Vahdettin’in Kılıç Alayı filmleridir.

1918 yılı ise Uzkınay için oldukça önemli. Çünkü bu yılda Müdefa-i Milliye Cemiyeti adıyla yarı askeri bir sinema kurulmuş.

Bakın bence bu durumun altını çizmekte yarar var. Henüz heykellerimizi ucube olarak görülmesine ve kaldırılmasına epeyce zaman varken sanat adına bir şeyler yapılabiliyormuş.

Ne yazık ki İstanbul işgal altına alınınca sinema araçlarına işgal makamlarının el koymasını önlemek adına Malul Gaziler Cemiyeti’ne araç ve gereçler bu cemiyetin sinemacılık koluna getiriliyor,başına da Uzkınay tabikii. Ve Uzkınay da görüntü yönetmeni, belgesel film yönetmeni olarak düşmana karşı duruşun filmlerini çekiyor.

Sadece İstanbul da belgeseller çekmiyor Uzkınay.

Savaş ortamı ve bunları belgelemek adına yurdu gezebildiği kadar geziyor.

İzmir’in Yunanlılarca işgaline karşı İstanbul’da düzenlenen protesto mitingleri,
Atatürk’ün Samsun’a ayak bastığı gün İstanbul’da Fatih’te düzenlenen miting görüntülerini içeren Fatih’te İzmir İçin Miting
ve 23 Mayıs’taki Sultan Ahmet Mitingi’ni anlatan Sultan Ahmet’te İzmir İçin Miting hep onun eserleri imiş. Bende bilmiyordum:)

Diğer çalışmaları ise;

1922 yılında Kurtuluş Savaşı’nın son yıllarında Kurulan Ordu Film Alma Dairesi tarafından kaçan düşman ordusunun yol boyunca oluşturduğu yıkımları,

Vahşeti saptayan İstiklal veya İzmir Zaferi adıyla Kurtuluş Savaşı’na ilişkin görüntülerin sonradan kurgulanmasıyla elde edilen uzun bir belgesel film çalışması hep onun çalışmaları.

1923 yılında ise Fuat Uzkınay Ordunun İstanbul’a Girişi adıyla bir belgesel film yapmıştır.

1922 yılında ilk özel sinema ortaklığı olarak Seden Kardeşler tarafından kurulan Kemal Film, Fuat Uzkınay’la beraber 1923 yılında Kurtuluş Savaşı’na ilişkin belgesel filmleri kurgulayarak Zafer Yolları isimli bir belgesel film yapmışlardır.

Gördüğümüz gibi tarihsel gerçekleri anlatmak adına çıkılan yolda uzun bir süre bu yönüyle pek çok belgeseller çekilmiştir.

Bunlardan bir tanesi, 1922 yılında çekilen İstiklal filminin yeniden kurgulanması amacıyla üç bölümlük bir dizi film ancak 1933 yılında gerçekleşiyor. Atatürk ünde desteğiyle 1936 yılında bu dizi 12 bölüme çıkartılıyor. Bu belgesel dizi Atatürk ün ölümüyle Atatürk ün cenaze törenlerinin eklenmesiyle 13 bölümlü bir dizi haline getiriliyor.

Uzun bir süre bekleme dönemi geçiren belgesel filmcilik İpek film tarafından 1933 te Hazım Körmükçü nün oynadığı Karagöz filminin yeni çekimi olan Yeni Karagöz, Nazım Hikmet in çevirdiği Düğün Gecesi ilk belgesel filmlerimiz olarak tarihteki yerini almıştır.

Düğün Gecesi; Kavuklu Ali, Naşit Özcan, Fahri Gülünç, Zenne Nejdet İnce gibi ortaoyununun ustalarını bir araya getirerek yok olmaya başlamış geleneksel bir gösteri sanatını konu alması açısından bu filmi belgesel nitelik ve değer kazanmıştır.

ahmet nazım-hikmet

Nazım ın 1934 yılında Ran İpek Film adına çektiği İstanbul Senfonusu ve Bursa Senfonusu kent belgesel olarak önemlidir.

Nazım Hikmet in bu anlamda öylesine güzel çalışmaları var ki bu çalışmaların bilinmenin ötesinde gün ışığına çıkması gerekiyor. Usta edebiyatçının bu yönününde bir iki cümleyle geçiştirilmesi ayıbımızdır açıkcası.

Cumhuriyetimizin onuncu yıl dönümü nedeniyle özel olarak hazırlanan bir filmide eklemek gerekecek. Dönemin Basın Yayın ve Turizm Genel Müdürlüğü Serge Yutkeviç ile Lev Oscarovich Arnstam yaptırmış olduğu Türkiye’nin Kalbi Ankara adlı filmi dönemin en iyi belgeselleri arasında yer alır.

türkiyenin kalbi ankara1

Yine uzun bir konu, devam edeceğim:)

sanem uçar

3 Şubat 2011 Perşembe

Sabih! beni Hiltonlara götür...



Bu başlık, ilk okunduğunda insana neler düşündürür? bilmiyorum ama benim için her zaman kahkahalarla güldüğüm bir cümledir.

Bu cümlenin mimarı benim Türk Dil Kurumu Onursal Başkanı annemdir ve bu cümleyi sevgili babama söylemiştir.

İçeriğine geçmeden sevgili babaannemden söz etmeliyim.

Benim için babaannem dünyanın en lezzetli yemek yapan kişisiydi. Gerçekten yaptığı yemeklerin lezzeti hala konuşulur. Öylesine büyük bir yeteneği vardı ki, çok samimi söylüyorum suyu kaynatıp önünüze koysa o kaynamış su yediğiniz en güzel çorba gibi gelebilirdi.

Sevgili babannem renkli bir kişilikti. Genetik olarak ondan bana geçen özelliklerden bir tanesi de kokuya olan tutkunluğumuzdur. Üniversite öğrencisiyken onunla bir yaz tatili geçirmiştim, kendime aldığım parfüm bir hafta sonra bitince şaşırmıştım. Babannem kendi kendime konuşmamı duymuş olmalıki;

"Ne oldu cicim, ne diyorsun?" diye sorduğunda parfümün bu kadar hızlı bitmesi sebebiyle olan şaşkınlığımı söylediğimde o şen kahkahasını atmıştı;

"Ayol, şaşırdığın şeye bak, bende kullanıyorum...."

Dışarıya en basit alışveriş için dahi çıktığında bile en yeni elbiselerini giyer, yüzüne mutlaka kremini ve dudağına da rujunu sürmeden çıkmazdı.

Hazin bir geçmişi vardı aslında.

Ta Bulgaristan topraklarından annesinin karnında başlayan yolculuk Manisa da savaş göçmenlerinin arasında son bulurken dünyaya gelmiş. Ne yazık ki bu uzun yolculuk savaş koşullarında annesini çok yormuş olmalı ki, babaannem gözlerini açtığında annesi bu dünyadan göç etmiş.

Zaten babası savaş sırasında kaybolduğundan hiç tanımadığı kişilerin ona göz kulak olmasıyla 12 yaşına kadar Manisa da devam etmiş yaşamı. 12 yaşından sonra yakınları onu İstanbul a bir konağa aşçı yamağı olarak vermişler...

İşte bu konak onun yaşantısında bir dönüm noktası.

Henüz çocuk yaştayken geldiği konakta o dönemler oldukça fırtınalı anlar yaşanılıyormuş. Çünkü evin en küçük haşarı oğlu Amerikaya gitmeyi kafasına koymuş ve gitmişte. Günlerce, aylarca kendisinden haber alınamayan bu genç delikanlı daha sonra Macaristan a yerleşecektir.

Bu genç delikanlı benim büyükbabam, onun da güzel bir öyküsü var, burada paylaşmıştım;

Yaşama ait gizler

Büyükbabamın İstanbul a döndüğü yıllarda 16 yaşına yeni giren babaannem bir şekilde büyükbabamın gönlünü feth etmiş olmalı ki evlenmeye karar verdiklerinde yer yerinden oynamış tabii:)

Yani genellikle aşağıladığımız Türk Filmlerinin,yada dizilerinin yaşamın içinde bir gerçekliği daima olmuştur.İşte bu sebepledir zaten bana göre onlarca dizinin ve filmlerin bir şekilde ilgi odağımızda değilmiş gibi yapmamıza rağmen odağımızda olması...

Her türlü mirastan ret edilen sevgili büyükbabam Macaristan da edindiği mesleğiyle yıllarca babannemi ve çocuklarını yaşatmaya yetecek imkanı oluşturmuş.

Sevgili babaannem o konakta edindiği tecrübeleri normal yaşantısında da uygulamaya çalışan bir kadın olmuştur her zaman. Gerçi evin sahibi tarafından zaman zaman aşağılan , bir aşçı yamağını sınıfsal meseleler yüzünden gelin olarak kabul etmeyen düşünce biçimi derin bilinç altında ona yaşattıklarıyla bu sefer annem evlerine taaa Amasya dan gelin geldiğinde atağa geçecekti doğal olarak.

Genellikle aralarının çok iyi olmadığına tanık olmuşumdur. Ama herşeye rağmen öylesine garip bir sahiplenmede vardı ki, her ikisi de birbirine çok kızsalar bile pek sevgi içermeyen bir saygı duydular.

İşte annemin gelin olarak bambaşka bir yere geldiği bu iki katlı ahşap evde de , sonra kendi evimizde de babaannemin otorite kurmaya yönelik tavırları annemi çoğunlukla üzmüştür. Bu anlardan birinde daima arada kalan sevgili babam annemin çok üzgün olduğunu gördüğü bir anda anneme verdiği bir söz varmış. Aslında anneme olan sevgisi sebebiyle onu yüceltme anlamında kullandığı bir cümle;

" Söz, bir daha böyle şeyler olursa seni Hilton a götüreceğim"....


Bunu yapabilecek ekonomik bir gücü yok aslında babamın ama kendi kafasına göre "seni krallar gibi yaşatmak istiyorum" düşüncesinin kodlanmış şekli bu

Ancak sevgili babamın unuttuğu bir şey var.

Amasya dan yeni gelmiş sevgili annem için Hilton bir şey ifade etmiyor. Onun o dönemler en büyük ve lüks otel olduğunun farkında bile değil.

Henüz ülkemizden ayrılmamış, dostça ilişkiler içinde olduğumuz diğer Rum yada Ermeni dostlarımız gibi henüz tanışmadığı dostlardan biri sanıyor.

Babaannemle bir kez daha olumsuzluk yaşadıkları bir gün babamın verdiği sözü tutmasını istiyor;

"Sabih! beni Hiltonlara götür..."

En olumsuz anlarda dahi kahkahanın eksik olmadığı evimizde geçmişten gelen bu alışkanlık her zaman kurtarıcımız olmuştur.

Yaşadığımız hayata gülebilecek bir yan bularak bakabilmek aktarılmayacak pek çok şeyin üstesinden gelmemizi sağlamıştır. Bu sebeple aileme daima şükran borçlu olacağım.

Bu arada;

Açıkcası Paris Hilton un zaman zaman magazin basınında yer alan olumsuz fotoğraflarını gördüğümde acayip bozuluyorum.

Yapma Paris!!!! bak ailenle bir geçmişimiz var, ayıp oluyor demek geliyor içimden:)

sanem uçar

1 Şubat 2011 Salı

Sanatçılar arasındaki tartışmalar

Quarreling_Again_by_BenHeine

Sanatın ya da sanatçının ret edişleri çoğunlukla bir sürekliliği içinde barındırır. Ret ederek bir yerde kesintiyi sağlamak adına değildir. Sanatçı kimliğindeki bu gidiş geliş bir yerde sanatçının iç dünyasındaki savaşın simgesidir. Son derece dalgalı bir denizde yelken açmış bir gemici gibidir sanatçı.

Zaten sanat, hangi dal olursa olsun, sanatçı için kendini ifade edişin bir yolu olduğundan, yaratılanlarda da düz bir çizgiyi bulabilmek kolay değildir.

Kendini ifade etmek aynı zamanda bir iletişim kurma yolu olduğundan, sanat yoluyla diğer insanlarla iletişim kurmaya çalışan sanatçının iletişimi alışık olduğumuz biçimlere benzemeyecektir.

Bu iletişimde diğer insanlarla kurmaya çalıştığımız dingin ilişkinin yerini zaman zaman anlaşılmayan, kavgacı, ters, şekillere dönüştüğünü gördüğümüzde bir tokat gibi yüzümüze çarpacaktır.

Sanatçı kimliğindeki kabul etmeyen, boyun eğmeyen, kendinden başkasını görmeyen bu doğal yapı aynı zamanda sanatın içinde hep var olmasına rağmen zaman zaman farklı bir biçimde dışarıya da yansıyarak büyük kavgalara da sebep olmuştur.

Edebiyat tarihine baktığımız da Nazım ın edebiyat sahnesinde yerini aldığı o ilk dönemlerde siyasi kimliğinden önce kendinden önceki edebiyatçıları ve yaptıklarını ret eden başkaldırıyı görürüz.

1929 yılında Resimli Ay dergisindeki "Putları Yıkıyoruz" kampanyasıyla başlayan tartışma edebiyat tarihinde oldukça hararetli anlara sebep olacaktı.

Neler olmuştu?

hikmet50-350

Nazım dizeleriyle o devrin önde gelen isimlerinin şişirildiğini ve aslında bir balon olduklarını anlatır.Ve o dönemin Türk Ocakları Başkanı Hamdullah Suphi Tanrıöver de eleştirilerden payını alınca bir gurup Türk Ocaklı genci Resimli Ay ın üstüne göndererek bastıracaktır.

Ortalık oldukça hararetlendiğinden, ortayı bulmak isteyen edebiyatçılardan Yusuf Ziya Ortaç ise aslında Nazım ın put kırmaya çalışırken pot kırdığını söyleyecektir.

Tamamiyle siyasi bir olgunun dışında edebiyatta şiire yeni bir biçim kazandırmak uğruna başlayan bu kavga daha sonraları siyaseti de içine alacaktır.

Bildiğiniz gibi Peyami Safa nın 9. Hariciye Koğuşu otobiyografik bir eserdir ve Nazım a ithaf edilmiştir.

Zamanla Nazım Hikmet ve Peyami Safa arasında gerek edebiyata bakış açısı gerekse dünya görüşlerinin farklılığı yüzünden karşılıklı olarak yazılanlar çok sert olmakla birlikte edebiyat açısından bir hayli güzel eserlerdir aynı zamanda. Hiciv anlamında tabii.

peyami-safa-1222625999

.....sen bu kavgada
bir nokta bile değil,
bir küçük, eğri virgül,
bir zavallı vesilesin....
ben kızabilirmiyim sana?
sen de bilirsin ki benim adetim değildir
bir posta tatarına
bir emir kuluna sövmek,
efendisine kızıp
uşağını dövmek....
(Nazım Hikmet)

Cevap gecikmeyecektir.

.....Bre toprak altında yatan
büyük Türk ölülerine çatan!
Bre tümen tümen kıtır bom
Bre tümen tümen plavra
Bre işçiye yalan
ölüye iftira atan
sağı solu katan
Bre kalpazan....
(Peyami Safa)

9. Hariciye koşuğu Nazım a hiç ithaf edilmemiş gibi....

Nazım Hikmet le diğer edebiyatçılar arasında yaşanan atışmaların belki de en ilginçlerinden biri Necip Fazıl Kısakürek ,le olanlardır.

Aynı okulda başlayan dostluk düşmanlığa dönüşmüş gibi gözükse de, Nazım Hikmet Ve Necip Fazıl Kısakürek arasındaki ilişki gerçekten düşündürücüdür.

Sultanahmet Cezaevinde yatarken Kısakürek Nazım ı ziyarete gelir. Şu konuşma geçer aralarında;

b-261976-necip_fazıl

"Nazım, benim rejimim olsa seni asardım. Fakat bu hiçlik rejiminde fikirsiz ve imansız insanların seni süründürmelerinden müteessirim. Onun için ziyaretine geldim.."

"Benim rejimim olsa, ben de seni asardım. Sonra da darağacının başında ağlardım.Seni anlıyorum. Bil ki; bu soylu tarafının daima takdircisi olarak kalacağım.."

Ancak bunlar bilinen ilk edebiyat ve siyasi ayrılıklarından doğan kavgalar değildir. Tevfik Fikret ve Mehmet Akif Ersoy arasında da çok şiddetli kavgalar olmuştur. Bunun ortaya çıkışında dünya görüşlerinin farklılığı vardır ve edebiyata taşınmıştır.

Tevfik-Fikret b-392130-mehmet_akif_ersoy

Her ikisininde vatanseverliği tartışılmaz olan bu iki sanatçı birbirlerini "hain" olarak nitelemede geri kalmamışlardır.. Akif e göre İslamdan uzaklaşmak memleketi bu hale getirirken Fikret e göre İslam bu ülkeyi bu hale getirmiştir.

Başlayan kavga şiirlere yansıtılmış olmasına rağmen bu tartışmada oluşan şiirlerini kendi kitaplarına her ikisi de almamıştır.

Bu da göz ardı edilmemesi gereken ayrı bir gerçektir.Yinede elimizde bu örnekler var:

Din şehit ister asuman kurban,
Her yer, her taraf kan, kan,kan
Beşerin böyle dalaletleri var,
Putunu kendi yapar kendi tapar
(Tevfik Fikret)

Şimdi allah söver,
sonra biraz bol para ver
Hiç utanmaz
Protestanlara zangoçluk eder...
(M.A.Ersoy)

Evet edebiyatçılarımız arasındaki kavga hiç ama hiç bitmeyecektir. Belki böylesine hararetli olmasa da bu çekişmelerin ve tartışmaların sonucunda edebiyat yeni bir ivme kazanacaksa biz okurlar karlı çıkacağız demektir

Bir kavgayı ve tartışmayı dolaylı olarak desteklemekte böyle bir şey işte...

sanem uçar