31 Mayıs 2011 Salı

Patates Kızartması ve Uludağ Gazozu



Bugün annemin kulaklarını iyi çınlattım. Tüm anneler kesinlikle özeldir ama benim annem herşeyiyle farklılık gösteren kadınlardandır. Tüm dünyasını iki çocuğuna adamış ve bizler için her türlü fedakarlığı yapacak genel karakteristik anne rolünün dışında özellikleri de vardır ki açıkcası onu yazmak roman yazmakla eş değerdedir diye düşünüyorum.

"Geçmiş yıllar" hemen herkes için zor yıllardı sanırım bu sebeple insanlar arasında uçurumlar bu denli fazla olmadığından çok daha iyi iletişimler kurulabiliyordu. Annem; liseye başladığım dönemde özellikle okullar açılıp kara kış kendisini göstermeden tek sobanın olduğu ve tüm yaşam alanımızın hemen hemen bir odaya indiği zaman diliminde bizlerin ders çalışmasını engelleyecek koşulları kendince yok ederdi.

Çok rahatlıkla arkadaşlarına "çocuklarım ders çalışacak bu sebeple bana havalar ısınınca gelin "diyebilecek kadar rahattı. Yani o dönemde farklı arkadaşlıklar varmış ki kimse alınmaz ve annemin bu isteğini yerine getirirdi.

Ancak birgün bir arkadaşının aklını çelmesi sebebiyle bana, "ya kızım şu liseyi bitirdikten sonra üniversiteye gideceğine bir bankaya girip çalışsan..." gibi bir cümle kullanmıştı.Falanca bey de üstelik her türlü yardımda bulunacakmış...

Annemin yüzüne nasıl baktıysam artık söylediğinden çoktan pişman olmuş bir ifadeyle hemen mutfağına koşmuştu.

Banka ve bankacılık kendimi bildiğimden beri en nefret ettiğim şeylerin başında gelir. Yani bankayla bir işim olmaması için elimden geleni yapmama rağmen bu anlamda başarılı değilim.

İşte bugün de bu sevimsiz yerlere uğramak zorundaydım.

Her gittiğim bankada oldukça uzun süre beklerken kendimi bir an için öte tarafta hayal ettim. Banka kesin iflas ederdi öncelikle. Sayılarla arası hiç bir zaman iyi olmayan ben için milyonlar ve milyarlar aynı gibi göründüğünden bankacılık yaşamım kovulmakla bitebilirdi. Yani anne dedim kendi kendime en son bile olamayacağım bir şeyi nasıl oldu da bana yakıştırdın?

Neyse ki kazasız belasız bankalarla olan işimi bitirdikten sonra birazda acıkmış olduğumdan kendimi ödüllendirmek adına bir yere oturmaya karar verdim. Hemen herkesin büyük beğenisini kazanan ve kalabalık yerlerden mümkün olduğunca kaçarak bir yer aramaya başlamıştım ki çok şirin bir yer gözüme çarptı.

Oldukça değişik bir düzen kurmuşa benziyorlardı. Kullanılan hemen herşey farklılık oluşturuyordu.Bu farklılığında kendine özgü bir şirinliği vardı.

Kalabalık olmadığından kendimce en güzel köşeyi seçerek garsonu beklemeye başladım. Çok saygılı bir genç yanıma gelerek ne istediğimi sordu elbette. Kesin kararlıydım et yemeyecektim. Vejetaryan falan değilim ama bazen kendimce kararlar alırım yemek konusunda bu sefer yemeğim et olmayacaktı. Menüye baktığımda şaşkınlıkla gördüm ki tam bir et cennetine düşmüşüm. Yani sağlık olsun diye salata falan yiyenlerden de değilim ne yapacaktım ben şimdi?

"Et olmayan ne yiyebilirim acaba ?" diye garson a sorduğumda patates kızartması getirebileceğini söyledi.

Yani neden olmasın?

Patates kızartmamı söyledikten sonra doğal olarak yanına ne getireyim? sorusunu kendisi yanıtladı ve bir bira dedi...

İşte bu benim için olanaksız nerden bilsin ki... İçki içmeyi kesinlikle beceremeyen ben içkili ortamlarda içiyormuş gibi yapan bir kişi olarak dostlarıma güvenerek içtiğimde bir şişe birayla dahi sarhoş olabilmeyi becerebilen biri olarak tek başıma bu serüvene asla atılamazdım.

"Yok hayır" cevabımla çocukluk günlerimin müthiş tadı Uludağ sade gazozu görünce işte bu diyerek bunu da sipariş etmenin mutluluğuyla kendimle başbaşa kalmayı denemeye karar verdim.

Ama bunu yapabilmeniz büyük kentlerde olanaksızdır. İnsanlar özgür olduklarını falan sanıyorlar ya ben kesinlikle özellikle büyük şehirlerde yaşayan insanların özgür olduğuna inanmıyorum. Boşuna değil küçük yerlere kaçış....

Beni en çok sıkan şeylerin başında zorla dinletilmeye çalışılan müzikler geliyor. Herkesin cep telefonlarında kendi seçimleri olan garip müzikler var. O kadar sıklıkla da kullanıyoruz ki bu telefonları herkesin özeli olan seçimi genele çoktan yansımış durumda. Dinlemek zorundasın benim seçimi diyor bangır bangır bir ses tonuyla...

Dinlemek zorundamıyım?

Evet kaçısın yok, kesinlikle dinlemek zorundasın...

Cep telefonlarından arta kalan zamanlarda da seçimin yaklaşmış olması sebebiyle yollara düşmüş seçim arabalarından yankılanan müzikler yayılıyordu.

Çok aradınız mı bu müzikleri? demek geçiyor içimden ama hemen kendimi susturuyorum ben kimim ki bu anlamda yorumda bulunabileyim. Onlar daima en iyi şeyleri bizler için düşünürler.

Birkez daha içimden bu müzikleri dinlemek zorundamıyım? diye soruyorum ve cevabı gayet iyi biliyorum

Evet, dinlemek zorundayım...

Zorla bana dinletilen müziklerin eşliğinde patates kızartmam geliyor Uludağ gazozumla birlikte. Tabakta bir kızartma bekliyorsunuz değil mi?

Yanılıyorsunuz, ilk defa çok farklı bir sunum görüyorum. Mevlütlerde şekerin konulduğu gibi beyaz huni şeklinde bir kağıdın içinde masama yerleştirilen başka bir beyaz kağıtla sunuluyor. Ve çatal yok onun yerine kolonyalı mendil getirilmiş, patates kızartması elle yenir diyor sunum ve inanın şaşırtıcı olmakla birlikte öylesine güzel bir sunum ki gülümsüyorum.

Alışagelmiş tüm kuralları hiçe sayan bir mantıkla hizmet veriyorlar. Kendilerine özgü tavırları ve biçimleri gerçekten saygıyı hak ediyor. Marjinal olmak istemenin dışında doğamıza son derece uygun bir şekilde modern ile gelenekselin birleştiği bu mekan farklı bir enerji yayıyor.

Özlediğim bir an bu.

Kendin gibi olabilmek ne harika bir şey...

Ve ben bu yazıyı bir müzikle noktalamak istiyorum. Bizlere zorla dinlettirilen müzikler arasında bunalmışken tesadüf olarak tanıdığım alışagelmiş seslerin dışında bir müzisyenin nefes almamı kolaylaştırdığı müziğiyle.

Teşekkürler "Kırmızı"-Nazmi Akyıldız



sanem uçar

26 Mayıs 2011 Perşembe

Geçmiş zaman olur ki....




Zaman ilginç bir kavram.

İnsanoğlunun her şeyi tanımlama ihtiyacı nereden doğmuştur yada neden doğmuştur bilemiyorum ama zamanı tanımlamaya çalışmak onu bir kaç kelimenin arasına sıkıştırmak belkide en büyük hatalarımızdan biridir.

Nesnel olarak tarifi bana göre olanaksız bu kavram içinde bulunduğumuz ana göre bir yön belirlememizde belki önemli olabilir , olmayabilir de...İşin felsefik tarafına girmeye ise hiç niyetim yok. Bildiğim; içinde bulunduğumuz duruma göre bazen ayağına tonlarca bir yük bağlamışcasına ağır, yada bir kuşun kanat çırpışı gibi hızlı olabilmesi.

Zaman zaman da Einstein'in görelilik kuramını anlayabildiğimi düşünüyorum.Doğal olarak kuantum mekaniğindeki gelişmeler kolay anlaşılacak gibi gözükmese de öyle olaylar yaşıyoruzki farkında olmadan bu düşüncenin bir parçası gibi hissettiğim de oluyor kendimi...

Örneğin bir kaç gün önce belkide en güzel yıllarımın geçtiği İzmir'de sevdiğim bir kaç dostumla birlikteydim. Eski alışkanlıklarımızın çokta fazla değişmediğine tanık olduğum ve araya onca senenin girdiğini bilmemiş olsam şaşırabileceğim ama kaldığımız yerden devam eden bir sohbetin içinde olmak bir kez daha bildiğim anlamdaki zaman kavramını sorgulamama sebep oldu.

Gerçekten hepimiz uzayın boşluğunda bir araya gelen ve kaldığı yerden konuşmalarına devam eden kişilerdik. Gülüşlerimiz aynı, tanıdıklarımız aynı hatta alışkanlıklarımız bile aynıydı.

Bilim adamlarının bu konudaki düşüncelerini bir kenara bırakarak bana göre bu harika an dan söz etmek en iyisi galiba. Yetiştiriliş tarzı olarak şimdiki gençlerden farklı bir algılayışla yetiştirilmiş olan bizler şanslımıyız, yada değilmiyiz çoğunlukla tartışılıyor ama bana soracak olursanız ben bizleri şanslı sınıfına sokanlardanım. Çünkü en azından irdeleme yeteneğiyle var olduğumuzu ve doğal olarak gelişmeye açık yapımızla yaşantımızda acıların da hiç eksik olmamasına rağmen gülebilmeyi en doğru biçimde yapabilen bir nesil olmak yabana atılmayacak bir şey.

Belli bir süre beraber olacağımızı bilmenin gerçeğinde zamanı doğru ve yerinde kullanma yeteneğimizde önemli özelliklerimizden biri . Bu sebeple beraber geçirilen zamanın her saniyesi anlam ifade etmekte. Daima yaşantımızı yaşanılanlardan yola çıkarak anları zenginleştirmek farklı becerilerimizden.

Muhteşem bir dolmanın tadı,birlikteliğimize kendi bedenimizden eklenen çocuklarımızın ellerinden yapılmış kahvenin dayanılmaz kokusuyla birlikte o muhteşem burukluğu , göz göze gelişlerimiz,birbirimize daima dokunan ellerimiz ve sımsıcak kucaklaşmalarımızla zaman öğretilen kavramın dışında tersine aktı.

Kaldığımız yerden devam edebilmesini hep becerebildik. İster istemez ne denli zengin olduğumuzu düşünüyorum.Birbirimize kızdığımız, hatta bazen kırıldığımız anlarında yaşandığı birlikteliğimizde bugün gelinen noktada neye niçin kızdığımızı yada kırıldığımızı hatırlamamanın derin sarhoşluğunda kahkahalar yankılanırken en büyük servetin kendimiz olduğunu bilmenin mutluluğundaydık.

John Lennon - Imagine şarkısında doğruları söylüyor. Her ne kadar ütopik olduğu söylense de sözlerinin bizim birlikteliğimizde de aynı duygu ve düşünceler hakimdi , hemde her zaman...



sanem uçar

15 Mayıs 2011 Pazar

İstanbul


Yarın 6 Ekim 2007, yani güzel, efsunlu kentim İstanbul' un düşman işgalinden kurtuluş günü.

Bu İstanbulluların bile bilmediği önemli tarih cumartesine geldiği için okulumuzda İstanbul' un kurtuluşu ile ilgili kısa bir program bugünden yapıldı benim okulumunda.

Fonda büyük besteci Göksel Baktagir' in İstanbul' u her şekliyle hatırlatan müziği eşliğinde şiirler okundu, konuşmalar yapıldı.

Yapılan konuşmaların dinlendiğini pek sanmıyorum. Ama yinede sesini çıkartmamaya özen gösterebiliyor minik öğrenciler. Birden birinci sınıf öğrencilerinden birine gözüm takıldığında ağladığını gördüm. Öylesine güzel ağlıyordu ki... O güzel minik yüzünden aşağıya doğru akan gözyaşlarının nedenini merak etmemek mümkün değildi. Sonunda öğretmeni de fark etti ve neden ağladığını sordu usulca.

"Duygulandım", cevabı karşısında bende duygulandım.

Artık müziğin etkisiyle midir ya da konuşmaların içindeki anlamı keşfetmiş olabilme olasılığımıdır bilmiyorum ama minik bir öğrenci ağlıyordu.

Kendimi konuşmalardan sıyırarak müziğe verdim.

Nasıl da güzel çalıyordu Göksel Baktagir. Okulumuzun o tarihi dokusu etrafında İstanbul' a yakışan bir müzikle, bu efsunlu kenti ilk kez gördüğüm beş yaşıma kadar gittim.

Bu yaşıma kadar geçen süre son derece modern bir şehirde Hamburg' ta geçmişti. Nasıl olduysa o yıl benim sevgili babam yaz tatilini İstanbul' da geçirmeye karar vermiş olmalı ki, uzun bir yolculuktan sonra gözlerimizi yine ilk kez göreceğim babaannemlerin ahşap iki katlı evinde açıvermiştim.

İnsanları hayal meyal hatırlıyorum o ilk günkü karede. Ölesiye uykum vardı ve belki de yastığa 15 santim kala uyuyuvermiştim.

Ebeveynlerin istedikleri türden bir çocuktum. Asla ama asla onlara söz gelecek bir şey yapmazdım. Kurallara uyar bana izin verildiği sürece başka sınırlara girerdim. Asla katı bir kural yoktu ama önce annemin gözlerine bakıp ondan belli belirsiz bir onay almadan herhangi bir şeyi yaptığımı hatırlamıyorum.

O ahşap evde gözlerimi ilk açtığımda dışarıdaki odada sohbet eden insanların sesleri arasında tanıdığım sesleri duymaya çalıştım.Babamın sesini duyduğumda rahatladığımı hatırlıyorum. Yatakta şöyle bir doğruldum, kocaman bir yatağın içinde yabancısı olduğum nesnelere göz attım. Bizim evdeki eşyalara hiç benzemeyen son derece garip eşyalar vardı ve gerçekten büyüleyiciydi.

Şu yaşımda bile eğer dünyanın en zengini olsan isteyeceğin ilk şey nedir? diye sorsalar hiç tereddüt etmeden parfüm diyebilirim.

Bin tane parfümüm olsa bin birinciyi isterim. Tek lüksüm budur.

Güzel koku.

Tam karşımda konsolun üzerinde birbirinden güzel minicik şişelerde bir şeyler duruyordu. Öylesine göz alıcıydı ki, dokunmak istiyordum.

İlk kez annem yanımda değilken, ondan onay almayı beklemeden o minik şişelere dokundum ve açtım kapağını.

Tanrım! O ne inanılmaz kokuydu. Şu an bile o kokuyu hatırlayabiliyorum.

İstanbul’daydık ve İstanbul güzel kokuydu.

Bir ona bir buna derken kokular birbirine karıştı ve birden bire açılan kapıdan beyaz saçlı bakımlı güzel bir kadın giriverdi. Öylesine korkmuştum ki döküverdim şişelerden birini...

"Kokunun hırsızlığı yapılmaz" dedi beyaz saçlı güzel kadın.

Nasıl utandım, anlatamam.

Ta içeriye kadar gitmiş parfümün kokusu. O zamanlar bildiğimiz parfümler şeklinde değildi kokular. Esans denilen küçücük püskürtmesi de olan son derece güzel şişelerde bulunuyordu.

Babaannemmiş o beyaz saçlı güzel kadın.

Dökülen şişeye hiç aldırış etmeden sadece;

"Bunlar senin için çok ağır kokular gel şimdi sana başka kokular sürelim" dedi ve beni mis gibi kokan bir banyoda kendi elleriyle yıkadı...

Mis gibi sabun kokuyordum.

İstanbul’daydık ve İstanbul sabun kokuyordu.

Şaşkındım, her şey ne kadar farklıydı. Almanca konuşmayı çok iyi bilen büyükbabam gizli bir sözü nedeniyle bizimle hiç Almanca konuşmadı ama abimle yaptığımız konuşmaları dinlerken söylediklerimizi anlamış olmasının şaşkınlığını da hiç unutamamıştım. Nasıl bilebilirdi ki?

Ellerimizden tutup Kuşdili çayırına götürdüğü ertesi günü hatırlıyorum. Bana ormana geldik gibi gelmişti. Her yer nasılda ağaçlarla kaplıydı ve yaşlıca bir adam şimdiye kadar hiç görmediğim garip bir bisikletle çocukları para karşılığı ormanda gezdiriyordu.

Büyükbabam bizleri o garip bisikletle gezdirtti o adama. Pırıl pırıl bir güneş ağaç yapraklarının arasından süzülürken hiç duymadığım başka kokular geliyordu burnuma...

İstanbul’daydık ve İstanbul yaprak kokuyordu, toprak kokuyordu...

Bugün üzerinden arabamla geçerken içimin sızladığı yol, Küçükyalı' da, son derece güzel bir plaja gittik bilmem kaçıncı gün. Hamburg' ta limanda çalışırdı benim babam. Onu ziyaret ederdik ama deniz hiç bu kadar mavi değildi orada.

Ailece Küçükyalı plajında denize girerken mutluluk seslerimize başka kokular karışıyordu.

İstanbul’daydık ve İstanbul tuz kokuyordu.

Güzel bir gündü benim için bugün.

Hiç tatmadığım kokuları ilk kez duymamı sağlayan güzel kentim, kurtuluşunun bilmem kaçıncı yılı kutlanacak yarın.

Ya şimdi, hiç fark edilmeyen hangi istilalardasın?


sanem uçar


11 Mayıs 2011 Çarşamba

Charles Bukowski


Etki Ve Tepki

En iyilerimizin sonu genellikle kendi ellerinden olur
sırf uzaklaşmak için,
ve geride kalanlar
birinin onlardan
uzaklaşmayı neden isteyebileceğini
bir türlü tam olarak anlayamazlar.

16 Ağustos 1920 tarihinde Almanya Andernach'da dünyaya geldi. Babası Polonya asıllı bir Amerikalıydı, annesi ise terzilikle uğraşan bir Alman. Çok küçük yaştayken Amerika'ya taşınan aile 1929 krizi nedeniyle babasının çoğunlukla işsiz kalması sebebiyle olumsuz koşullarda hatta şiddet görerek bir çocukluk dönemi geçirmiştir.

Bu olumsuz koşullar çocukken oldukça sessiz olan Bukowski'yi zaman zaman taşkınlık noktasına da getiriyor ve kendisinden hiç beklenmeyen kabadayılıklar göstermesine sebep oluyordu.

Çocukluk günlerinde dahi bilinen anlamdaki Bukowski tavırlarını gösterdiğini bilmekteyiz.

Belkide çağımızda en fazla tartışılan edebiyatçılardan bir tanesidir. Yazılarındaki konulara ve kahramanlara baktığımız zaman genellikle toplum dışına itilmiş kişilikleri görmekteyiz. Bu kişilerin garip ve depresyonlu halleri yazdıklarının kaynağını oluşturur.

Bütün Bildiğim

bütün bildiğim şu: kuzgunlar ağzımı öpüyorlar,
damarlar arapsaçına dönmüş burada,
denizse kan denizi.

bütün bildiğim şu: eller uzanıyor,
gözlerim kapalı, kulaklarım kapalı,
çığlığımı geri çeviriyor gökyüzü.

bütün bildiğim şu: burun deliklerimden hayaller damlıyor
bize tur bindiriyor tazılar, deliler gülmekten katılıyor,
tıkırdayarak ayırıyor saat ölenleri.

bütün bildiğim şu: ayaklarım kederdir burada,
zambaklar kadar etmiyor sözcüklerim, pıhtılaşıyor şimdi:
kuzgunlar ağzımı öpüyorlar.


Bukowski nin yazılarına baktığımız zaman insanlık tarihi içersinde güzel ve doğru kavramının yüzyıllar boyunca tartışılmaya devam edeceği gerçeğini beraberinde getirir.

Bazı felsefecilere göre mutlak güzellik ve doğruluk yoktur düşüncesinin bir ispatı gibidir yazıları. İnsana ait yüceltilmeye çalışılan bir çok özelliğin dışında insana ait basit ve ilkel davranış ve güdüleri ortaya koyan bir edebiyatçıdır.

Ben her edebiyatçının kendini yansıttığını düşündüğümden Bukowski nin yazılarındaki küfürlerin, aşağılık durumların, insana yakışmadığını savunduğumuz çoğu olguların gerçeğinde insanın diğer yüzünü görürüm. Ve Bukowski' yi cesaretinden dolayı bu anlamda kutlarım.

İçimizde ilkellik ve kötülüklerle ilgili bir çok şeyin var olduğu, eserlerine olan taleple doğru orantılıdır diye düşünüyorum. Neredeyse en çok aranan edebiyatçılardandır.

24 yaşındayken ilk kısa öyküsü yayımlandı. Bunu diğer kısa öyküleri almış olsa da çok uzun bir süre yaklaşık 10 yıl hiç bir şey yazmadan yaşamını aylaklıkla sürdürmeye devam etti. Bu süre içersinde sürekli gezdiğini, kısa vadeli işlerde çalıştığını ve doğal olarak son derece pejmurde bir şekilde yaşamına devam ettiği bilinmektedir.

Açıkcası yaşamı hiç bir zaman alışılmış bir düzen içersinde seyir etmediği gibi son derece ilkel davranışları da içinde barındırmasına rağmen oldukça ilgi görüyor ve seviliyordu.

Eserleri;

-Kadınlar
-Sıcak Su Müziği
-Bir Tek Ben miyim Böyle Yaşayan
-Dünyevi Şiirlerin Son Gecesi (2 Cilt)
-Kapalı Bir Kapıdır Cehennem
-Gülün Gölgesinde
-Postane (roman)
-Pis Moruğun Notları
-Sevimli Bir Aşk Hikayesi
-Sıradan Delilik Öyküleri
-Kendimizde Açtığımız Yaralar
-Sarhoş Çal Piyanoyu, Vurmalı Çalgı Gibi, Parmaklar Biraz Kanamaya Başlayana Dek
-Pansiyon Manzumeleri
-Gece Çılgın Ayak Sesleriyle Yırtıldı
-Ölüler Böyle Sever
-Shakespeare Bunu Asla Yapmazdı
-Güneşe Uzan
-En Kısa Andır Mucize
-Güneş İşte Burdayım
-Kimse Bilmez Ne Çektiğimi
-Kaptan Yemeğe Çıktı ve Tayfalar Gemiyi Ele Geçirdi
-Pulp
-Factotum
-Ekmek Arası
-Kaybedenin Önde Gideni
- Bana Aşkını Getir
-En İyi Adamlar Yalnızken Güçlüdür
-Hollywood

Bu eserlerinde geçen öykülerin büyük bir kısmının kendi yaşantısından kesitler olduğunu savunanlar olduğu giibi bunun kurgu olduğunu düşünenlerde vardır. Kurgu veya değil, bildiğim çoğunluk tarafından sevilen bir edebiyatçı olduğudur.

Edebiyatçı yanının dışında oldukça ilginç çizgileri ve resimleri de vardır. Karikatür olarak değerlendireceğimiz çizgilerin dışında yaptığı resimler bu anlamda da hiç yabana atılmayacak resimlerdir.

Söylemleri ve yaşam tarzıyla en ilginç edebiyatçıların başında olan Bukowski 9 mart 1994 yılında ölmüştür. Mezar taşı tamamiyle kendini yansıtan bir cümleden oluşmuştur. "Don't Try" yazan mezar taşında kendisini bir şekilde ziyarete gelenlerin dua etmesini istemediğinden böyle bir yazıyı vasiyet ettiği bilinmektedir.

buk mezar

Bukowski'nin bazı resim ve şiirleri;



Kızlar

beş yıldır
aynı
lamba siperliğine
bakıp duruyorum
üzerinde bir tür
bakar tozu birikti
ve buraya gelen kızlar
temizlemeyecek kadar
meşguller

ama önemi yok
zaten ben de
şu ana dek
farkedemeyecek kadar
meşguldum

ışığın
beş yıllık
toz nedeniyle
iyi aydınlatmadığını






Güneşin Yüzü

güneşin yüzü denli muhteşemdir boğalar
ve bayat kalabalıklar için öldürseler de onları,
boğadır ateşi yakan,
her ne kadar korkak boğalar da varsa
korkak matadorlar ve korkak erkekler gibi,
genel olarak boğa saftır
ve saf ölür
sembollerden, hiziplerden ya da sahte aşklardan uzak,
ve onu sürükleyip götürdüklerinde
ölen bir şey olmaz,
bir şey geçmiştir
ve neticede kokuşmus olan,
dünyanın kendisidir.



Bir Dahiye Rastladım

bugün trende
bir dahiye rastladım
5-6 yaşlarında,
yanıma oturdu
ve tren kıyı boyunca
ilerlerken
okyanusa geldik
sonra bana bakıp
hiç de güzel değilmiş,
dedi.

bunu ilk defa
o gün
farkettim.



sanem uçar

4 Mayıs 2011 Çarşamba

Beat Kuşağı



Servis sağlayıcılara ve hosting firmalarına Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı’ndan gönderilen ve gönderici hanesinde yersaglayici@tib.gov.tr adresinin yer aldığı tebligatta, günlük yaşamda kullanımından vazgeçilemez pek çok "sıradan" sözcüğü de içeren yasak listesi bulunuyor. Bu kelimeler arasında "beat" kelimesi de olduğundan her an yasaklanabilecek bir yazı olacak bu. Ama en azından 22 ağustos a kadar sürem olduğundan bu çok anlamlı özgürlüğü kullanmak niyetindeyim.

Bildiğiniz gibi William Seward Burroughs 'un Yumuşak Makina adlı kitabı Türkçe'ye çevrilerek Sel Yayıncılık tarafından yayınlandı yayınlanmasına da bir sürü patırtı gürültü koptu doğal olarak. Bu konudaki tartışmaları dolandagel sitesinde yürütmeye çalışırken tartışmalara sebep olan "Beat Kuşağı" na ait bilgileri ise burada yazmayı tercih ettim.

Öncelikle "beat" kelimesi bir çok anlama gelmektedir.

Kendi başına, meteliksiz, yeri yurdu belli olmayan, uykusuz, uyumayan, bitkin, dışlanmış gibi bir çok anlamda bu kelime kullanılır. İşte 1950 li ve 60 lı yıllarda çok daha belirginleşen Amerika'da konformist bir yaşamı yüceltmeye çalışan bir anlayışa tepki olarak ortaya çıkmıştır.

Çünkü İkinci Dünya savaşı herkes için büyük bir yıkımdı. Bu savaşta yaşanılanlar ve insanların her anlamda kayıpları çok büyüktü. Bir şekilde yaraları sarmak dururken sanki bütün bu felaketler hiç yaşanmamış gibi belirli bir kesimin daha iyi bir yaşam sürmesine yönelik çalışmalar burjuva sınıfının daha çok gelişmesini sağlarken orta sınıfta da benzer gelişmeler kendini gösteriyordu.

Her zaman olduğu gibi alt sınıfların gittikçe ağır bir yükle varla yok arasında bir yerde olması garip bir çelişki oluştururken 1948 yılında Jack Kerouac tarafından, John Clellon Holmes ile sohbeti esnasında kullanılmış bir kelimedir "Beat Kuşağı"...

Neydi amaçları?

Aslında kötü durumda değillerdi ancak oldukça kötü durumda olanların varlıklarından haberdarlardı. Çünkü büyük bir kısmı Üniversite eğitimi almış kendine göre duyarlılığı olan gençlerdi.

Tüm ülkeyi otostopla dolaşmak, bu esnada jazz müziği dinlemek, kimsenin yaşamına karışmamak, uyuşturucu kullanmak ve cinsel özgürlüklerini istedikleri gibi yaşamak amaçlarından bir kısmıydı.

Bunlar düşünce boyutuyla kafalarında oluşurken özellikle tutuculuğa, baskıya, savaşa ve faşizme karşı bir siyasi duruşları vardı. Azıınlık haklarını savunan düşünce biçimiyle farklılıklara karşı bir duruş sergilemek niyetindeydiler aynı zamanda.

Bu düşüncelerini uygulayarak yaşamlarını sürdürüken John Clellon Holmes "Go" adında bir kitap yazacaktı ve kitap 1952 yılında yayınlanmış olmasına rağmen alışık olan edebiyat kuramlarından tamamiyle farklı bir kurgu içermesi ve içindeki konular itibarıyla hiç beğenilmedi.

Bunu Beat Kuşağının ilk hareketi olarak ele alacak olsak da Jack Kerouac'ın 1957 yılında yayınlanan "On The Road" adlı kitabı başta gençlerin ilgi odağı olarak büyük bir başarı sağladı. Bu başarının kökeninde kitabı okuyan kişilerin benzer hikayelere sahip olmalarının gerçeği yatıyordu.

Bu arada Six Poets In Six Gallery organizasyonunu kesinlikle unutmamak gerekiyor. 1955 yılında San Francisco'da düzenlenen bu organizasyonda Allen Ginsberg, Howl (Uluma) şiiriyle katıldı. Bu şiir orada bulunan kişilerin üzerinde çok büyük bir etki bıraktı. Çünkü şiir
Michael Mc Clure' ın söylemiyle "Bir bariyer yıkıldı. Bir insan sesi ve bedeni; Amerika’nın sert duvarına, onun ordularına, akademilerine, kurumlarına, düzeninin sahiplerine ve güç destekli temellerine karşı gürledi."

Doğal olarak herkes üzerinde böylesine güçlü bir etki bırakan bu şiir yaynlandığında Beat Kuşağı edebiyat sahnesinde yer almış oldu. Doğu felsefesiyle özellikle Zen ve Budizmle gerçeğe ulaşmak isteyen bu genç edebiyatçılar karşı oldukları bir çok şeye inandıkları gibi yaşayarak devam ettiler.

Küçük bir alıntı;

"İçimde bir tedirginlik, sınırı geçiyorum ve El Paso’dan geçip tren istasyonundan sırt çantamı alıyorum; içim rahatlayıveriyor. Gene o üç mili tepip kumluğa varıyorum; ay ışığında kolay oluyor yolumu bulmam ve tırmanıyorum çizmelerimle rap rap diye giderek...
Japhy’den dünyanın ve kentlerin mihnetlerini bir yana fırlatıp kendi gerçek ve saf ruhumu bulmayı öğrenmiş olduğumun farkına varıveriyorum. Tek gereksinimim işte bu sırt çantam. Oturup meditasyon yaptım, dualar ettim. Bir kış çölünün gecesinde uyunan uyku gibisi var mı!..

Tabi güzel bir uyku tulumunuz olacak ve başınızı çekeceksiniz içeriye, ıpılık. Öyle sessiz ortalık, insan kendi damarlarındaki kanın kulaklarında zonk zonk çağıldamasını işitebiliyor, ama ondan daha gizemli bir çağıldama daha var işitilen, ki hep bilgelik elmasının kendi gizemiyle gürlemesidir; doğduğun günden başlayıp içine daldığın dünya mihnetlerinin sana unutturmuş gibi olduğu bir şeyi anımsatırcasına süregiden ulu bir şşş.


Sevdiğim kimselere, anneme, Japhy’e anlatabilmeyi çok isterdim bunu; ama bu hiçliği ve ondaki saflığı anlatabilecek sözcük bulamam...
Sarkık kaşlı, ak saçlı Dipankara’ya sorulmuştur çokça ‘Tüm canlı varlıklara öğretilmesi gereken kesin bir öğreti var mıdır?’ diye de, onun verdiği yanıt elmasın gürleyen sessizliği olmuştur hep."

Kuşkusuz bir edebiyatçı olmadığımdan bu eserlerin edebi yapısı hakkında yorumda bulunacak gibi hissetmiyorum kendimi. Sadece anlamaya çalıştığımı söyleyebilirim. Bu anlamda yazılanlardan çok belki de çıkış noktaları çok daha cazip geliyor bana.

Çünkü; ret ettikleri her şeyi sanat ve meditasyon olarak ele alırken ayrımcılık, toplumdaki eşitsizlik, ırkçılık gibi konularda karşı duruşları insancaydı.

Bir felsefe olarak başlayan edebiyatla devam eden bu akım doğal olarak sanatın diğer dallarını da içine alarak hızla gelişecekti. Bu anlamda ne kadar doğru şeyler üretildiği kuşkusuz tartışılabilir ve tartışılmalıdır da. Ancak ne adına olursa olsun bir çok anlamda etki yaratmış bir akım ret edilemez.

sanem uçar