29 Eylül 2010 Çarşamba

Yeter ama yaaa!



Son zamanlarda bir çok konuda içimden avaz avaz "yeter artık amaaaaa!" diye bağırmak geliyor.

Hâlâ daha varoluşçu felsefenin girdaplarında dolanıyor olmak ve gerçekten hemen her köşede kendini gösteren çürümenin kokusunu duymak,bu çürümüşlüğün bulantısını hissetmek ağır geliyor.

Taksim Bostancı arasındaki yolculuğum için dolmuşa bindiğimde yedi kişilik yolculuk istisnasız hemen herkesin elinin kulağında olduğu anlamsız cep telefonu konuşmasıyla başlıyor.

Altı kişi aynı anda sanki evlerindeymiş gibi konuşuyor.

Cümleler birbirine karışıyor...

Sevgili şöförümüz bu anlamda başı çekiyor. Yol durumunun kontrol mekanizması bu şekilde yapılıyor aralarında.

"Abiii Barbarostan gel, diğer yol .öt ister....Ömer e söyle o arabayı satsın yaaa, araba mı ulan o, eşşeek daha hızlı koçum!!!"

Duyduklarımın doğru olup olmadığını henüz anlayamamışken birbirine karışan cümlelerin kime ait olup olmadığının önemsizliğinde ve bilinmezliğinde kendilerini hiç tanımadığım kişilerin özellerini gayet rahatlıkla duyuyor olmama inanamıyorum....

"Kalktı mı onun yasağı? Hımm bu sevindirici haber o zaman.

Anlıyorum, ama bak bence dikkatli olmakta fayda var, önce hislerini bir tahlil et...


Ya ne bileyim? bir kafede orda burada onunlayken neler hissediyorsun, mutlu oluyormusun? bunları bir tart sonrasını geliştirirsiniz zaten.


Ya ben şimdi dolmuştayım, trafik var, yanına uğrayacağım ama sen dediklerimi sakın unutma.


İlgi, bak ilgi eksik etmemen gereken davranışlardan biri..."


Uzayıp gidiyor bu dolmuş yolculuğu süresince yaşam koçluğu...

Eğilip, beyefendi bana da yardımcı olabilirmisiniz, öyle büyük bir derdim var ki, dünyayı yakmak istiyorum ama nasıl yapacağımı bilemiyorum, çözümünüz nedir? diye sorsam mı diye aklımdan geçirirken bir bayan sesi geliyor kulağıma.

"Bebeğim nasılsın?"

Allah belanızı versin, kötüyüm demek geçiyor içimden bayan konuşmaya devam ediyor...

"Sorma bebeğim bugün saat sekizde okulda olmam gerekiyordu, sabahın köründe kalktım.

Tam üçbuçuğa kadar okuldaydım, sonra set e gittim valla işim ancak bitti.
Yarında aynısı olacak, ölüyorum yorgunluktan, sana uğramam lazım ama şu set işi bitsin belki sonra...

A aşkım!!! aklıma geldi Selin e söyle cep telefonunu neden taşıyor yanında eğer kullanmayacaksa?


Böyle değildi bu kız, bir şeyler oldu, ne oldu bilmiyorum, ama aramalarıma cevap vermezse geçmişe falan bakmayacağım çizeceğim...."


Bir kişi en azından bir kişi , bir anlığına cep telefonu kullanmıyor diye içimden geçirirken Selin e karşı büyük bir sempati duyduğumu hissediyorum.

Bu arada Brezilya ile ne ilgisi olduğunu bir türlü anlayamadığım şöförün yanında oturan adam konuşmasına devam ediyor.

"Brezilya dan diyorum , ya günlerdir neden diye tutturdun, öyle olması gerekiyor.

Ya bırak şimdi uzaklığı falan sen uygunluğuna bak.
Deli etme adamı ya! Brezilya dedim sana, uzatma artık yeterince zaman kaybettik daha fazla zaman kaybetmeye gücümüz yok anlamıyormusun?"

Latin müziğine karşı sempatimin kalıp kalmadığını sorgularken Selin beni hayâl kırıklığına uğratıyor ve bebeğini arıyor. Konuşma başlıyor ne yazık ki...

"Selin! bebeğim nasılsın canım?

Kızım günlerdir sana çağrı bırakıyorum geri dönmüyorsun, oysa anlatacaklarım var...


Bak ben bu iki gün çok yoğunum, hımmm tamam çarşamba setten sonra eve gitmeyip sana uğrayayım o zaman, çatlayacaksın gülmekten, yemin ederim, abartmıyorum!!!!"

Selin, allah senin de belanı versin diyorum içimden ve telefon konuşmaları devam ederken Brezilya ile muhabbetini bitirmiş adamımız şöförümüzle konuşmaya başlamış bile....

"Abi siz bu telefonla konuşmalarınızı bir şekilde diğer insanlarında faydalanacağı bir hale getirsenize, paraya para demezsiniz.

O telefonda yol durumlarını gösteren bilgiler çok doğru çıkmıyor genelde. Ama siz içindesiniz ve çok kolaylıkla açık yolları herkesten daha iyi biliyorsunuz"


Bıçkın şöförümüz bilgiç bir tavırla konuşmaya başlıyor;

"Abiii o bilgiler on dakika gecikmeyle ulaşıyor millete.

On dakikada İstanbulda herşey anında değişir.


Günde trafiğe çıkan yeni araba sayısını biliyormusun? nasıl kaldıracak bu kadar çok arabayı bu kent?
Kimse evinden çıkamayacak yakında İstanbul da"

İşte diyorum kendi kendime, kendimi eve gerçekten hapsedeceğim, ama adamımız çözümü getiriyor her zaman ki alışagelmiş tavrımızla.

"Yok yok, böyle olmaz bu işi metro çözer köprü falan değil. Moskova metrosu gibi bir metro yapacaksın, nasıl güzel bir metro o!"

ve inanılmayacak bir soru soruyor şöföre?

" Sahîîî ! sen Moskova metrosunu gördün mü?"

"Yoo" diyor bıçkın şöförümüz, "Görmelisin" diye yanıt veriyor adamımız.

Yine gülmekle ağlamak arasında bir yerdeyim ve ne çok hissediyorum bu duyguyu diye geçiriyorum içimden.

Abarttığımı sanıyorsunuz değil mi?

Yanılıyorsunuz, yoğun bir trafiğin arasında devam eden serüven hiç bitmeyen telefon konuşmalarıyla geçiyor.

Adlarını hiç bilmediğim, hiç tanımadığım insanların özel konuşmalarına tanık olmanın garip tatsızlığında bu efsunlu kentin her anlamda ırzına geçilirken, karanlığın içindeki ışıkların renksizliğinde anlamını yitiriyor her kelime...

sanem uçar

24 Eylül 2010 Cuma

Franco Morone-Serenata




Sen çal ! Franco Morone, etrafta sadece senin ezgilerin yankılansın...







sanem uçar

İki İnsan İki Sergi...




Bir kaç gün önce sevgili arkadaşım Merve ile bu blogta "sanat üzerine varsayımlar " başlıklı yazı dizisinin beşinci bölümünde anlatmaya çalıştığım Gunther Von Hagens in İstanbul Modern Sanatlar Müzesindeki sergisindeydim.

İsteyenler daha detaylı bilgiye ulaşmak için bu linki tıklayabilir;


Sanat Üzerine Varsayımlar5


Gunther Von Hagens ı ve yapmaya çalıştıklarını daha önceden anlatmaya çalıştığım için ben bu sergiyle ilgili düşüncelerimi, serginin bendeki izdüşümü üzerinde durmak istiyorum.

Öncelikle söylemeliyim ki, olağanüstü bir iş başarmış Gunther Von Hagens . Yaptıkları asla küçümsenecek, yada red edilebilecek şeyler değil. Büyük bir sabır ve özveri isteyen bir iş aynı zamanda.

Hepimiz için yaşamdaki en büyük gerçeğimiz; doğum ve ölümdür...

Doğduğumuz andan itibaren ölüm bize herşeyden çok yakınken, hayatımızda çoğunlukla aklımıza getirmediğimiz ölüm olgusunu öylesine net bir gözle görüyorsunuz ki...

Ölüme dokunabiliyorsunuz..

Ve doğal olarak belki çoğunluk için ürkütücü olabilecek bu olgunun gerçeğinde ve doğallığında ölümle böylesine göz temasında olabilmek ise sarsıcı.

Aynı zamanda evrenin büyüklüğü karşısında da bir kez daha dehşete düşüyorsunuz. Hayatımızda çoğunlukla karşımızdaki kişiyi cezbedebilmek için kullandığımız bedenimizin salt çıplak hali giydiğimiz her elbiseden, süründüğümüz her kokudan, boyadan çok daha olağanüstü.

Hemen girişte tüm bedenimizin doğal giysisi "derimiz" ustaca bedenden sıyrılmış bir halde , plastinasyon yapılmış bir kişinin eline tutuşturulmuş haliyle size tokat gibi çarpıyor.

"İşte biz buyuz gerçekte"diyorsunuz....

Yaptığı her çalışmanın röportajlarında belirttiği gibi ölümle yüzleşmemize hizmet ettiğine inanıyorum.

Daha da ileriye giderek; kim olduğumuzla ve ne olduğumuzla ilgili ip uçlarını yakalayabileceğimiz bir sergi de aynı zamanda.

İstanbul luların atlamaması gereken bir sergi... Hatta daha ileri bir boyuta giderek madem ki şu anda bu sergi Türkiye de diyorum, İstanbul dışındakilerinde ziyaret etmesi gerektiğini vurguluyorum.

Varlığını bildiğim hatta hakkında yazı yazdığım bir kişi ve eserleriyle ilgili olarak bu kadar sarsılabileceğimi düşünmüyordum. Ama görmek çok farklı gerçekten.

Sevgili arkadaşımla karışık duygular içersindeyken bir mola veriyoruz ve her zaman ki gibi kahvelerimizi yudumladıktan sonra sergi gezintimize Hüseyin Çağlayan la devam ediyoruz.

Hüseyin Çağlayan



Hüseyin Çağlayan 1970 Lefkoşe doğumlu bir tasarım sanatçısı.Onu sadece moda tasarımcısı diye nitelemek gerçekten ayıp olur diye düşünüyorum.Endüstriyel anlamda çok farklı dizaynları olduğunu görüyoruz ikinci sergimizde.

Gerçi moda anlamında tasarladıkları da son derece ilginç ve gerçekten üzerinde düşünülmesi gereken tasarımlar.



Bana göre çağdaş sanatın ve modanın önde gelen temsilcilerinden.

Bu sergisi 1994-2010 yılları arasında ürettiği moda kolleksiyonları ve diğer çalışmalarını kapsıyor. Sergide, mimari, felsefe, bilim, tarih, antropoloji, biyoloji ve teknolojiden esinlenilmiş eserler gözünüze çarpıyor.



İlk defa hayatımda moda olgusuna bir keşif gözüyle bakmamı sağlıyor Hüseyin Çağlayan.Çünkü yapıtlarına baktığınız zaman var olan tüm nesnel koşulların yarattığı ekonomik, sosyal gerçekliklerin felsefik bir şekilde kavramsal olarak gözümüzün önünde olmasıyla sonuçlanan nesnelere bakıyorsunuz.

Büyüleyici....



Bu sergiyi onun cümleleriyle sonlandırayım;

"Türkiye’de böyle bir sergi açmanın benim için en heyecan verici tarafı, genç kuşakla diyalog kurup, onları etkileyebilecek ve aynı zamanda bir çok farklı disiplinden, farklı dünyalardan gelebilecek insanların ilgisini çekebilecek olması.

Bu ülkenin nüfusunun büyük bölümü gençlerden oluşuyor ve bu serginin onlara esin kaynağı olmasından büyük mutluluk duyarım.
Böylece buradaki insanlar ilk kez bir çatı altında benim dünyamı görme şansı bulacak.

Daha önce video çalışmalarım sergilenmişti ama bu kez enstalasyon olarak sunulan giysilerimin görülmeye değer olduğunu düşünüyorum”


Evet gidilip görülmesi gereken bir sergi bu aynı zamanda.Cesur düşünceleri, eleştirel bakış açısıyla önemli bir isim...



sanem uçar

19 Eylül 2010 Pazar

Pınar Yolaçan

Bildiğiniz gibi 61. MTV Müzik ödüllerinin 8 tanesini pop müzik sanatçısı Lady Gaga aldı. Ve bu ödül töreninde giydiği kostüm başlı başına olay oldu. Çünkü Lady Gaga çiğ etten yapılmış bir kostüm giymesinin ötesinde kostümünü yine çiğ etle kaplı ayakkabı ve çantayla da tamamlıyordu.

Daha sonraki günlerde Lady Gaga nın bu kostümü bir Türk sanatçının eserlerinden esinlenerek yaptırdığı ortaya çıktı.

Evet şimdi bu Türk sanatçısını biraz tanıyalım. Çünkü ülkemizde de sergileri olmasına rağmen yaşantısını yurt dışında sürdüren sanatçı kendi ülkemizin dışında dünya da tanınan bir sanatçı.

Pınar Yolaçan

1981 Ankara doğumlu genç tasarım sanatçısı. Çok küçük yaşlarda ablasının grafik öğrenimi gördüğü yıllarda evlerine gelen dergilerden etkilenerek kendi kafasına göre hemen herkesi hayrete düşürecek bir çok tasarımı çocuk denilecek yaşta tasarlamış.

Patlıcana fermuar dikmek, patlamış mısırdan yapılmış ceket, payetli kavun gibi sıra dışı tasarımlarla uğraşırken geleneksel eğitim sistemi içersinde oldukça farklı uğraşları ve düşünce yapısı olduğuna inanan eğitimciler doğal olarak sanatçının psikoloğa gitmesini uygun bulabilmişler.

Lise son a geçtiği yıl Paris teki bir arkadaşının yanına gittiğinde doğal olarak Paris in galeriler, modaevleri gibi kaynaklarına yaptıklarını gösterdiğinde büyük bir ilgiyle karşılanmış ve 1996 da liseyi bitirir bitirmez Londra daki moda okulunda Central Saint Martins te iki yıl okumuş, sürrealist çalışmaları çok beğenilmiş ve doğal olarak bir çok sergi açmıştır.



Daha sonra New York un ünlü sanat okulu Cooper Union dan gelen üç yıllık burs teklifiyle Amerika günleri başlamış.

Halen orada yaşayan sanatçı ülkemizde de kişisel sergilerini Türk izleyicileriyle buluşturmuştur.

Sıra dışı olmak istemenin ötesinde gerçekten yaptığı tasarımlarla vermek istediği mesajları olan bir sanatçı Pınar Yolaçan.

İşte onun " Faniler " adlı sergisi bizim Lady Gaga ya ilham kaynağı olmuş. Pınar Yolaçan da bu sergisinde etleri kullandığı gibi sakatatları da kullanmıştır. Ve bu sergi için seçtiği modeller yaşlı insanlardır.



Bildiğiniz gibi içinde yaşadığımız yaşam yaşlılığı yok sayan bir davranış şekli gösterir.Pınar Yolaçan da burada kullandığı yaşlı insan portreleriyle yıllara ait izlerin ve bu izlerdeki ifadelerin ön plana çıkmasına dikkat etmiş.

Bir şekilde ölümlü olan insanoğlunu ise aralara sıkıştırdığı etlerle ifade etmeye çalışmış.

Bir çok farklı nüanslarda yakalayabilirsiniz, işte size sanatçının bazı çalışmaları ve kendi sesinden kendini ve eserlerini anlattığı bir video.




Sanatçının web adresine ulaşmak ve çalışmalarını daha yakından izlemek isterseniz linki tıklayın derim:)

Pınar Yolaçan







sanem uçar

17 Eylül 2010 Cuma

Alessandro Marcello (1669-1747 )




Alessandro Marcello 1669-1747 yılları arasında yaşamış şair, filozof, matematikçi ve müzisyen kimliğiyle çok yönü bir kişidir.

Bu büyük İtalyan soylusunun elimizde çok fazla eseri bulunmamakla birlikte var olanlardan yola çıktığımızda gerçekten müzikte çok sağlam bir müzisyen kimliğini görebilmek olasıdır.

Onun "La Cetra concertos "larını incelediğimiz zaman Vivaldi etkisindeki muhteşem çok seslilik,olağanüstü sololar dinlenilmeye değerdir.

Özellikle obua için yazmış olduğu D minor konçerto vaz geçilmeyen eserlerin başında gelir.

Bu eserin Adagio bölümünü büyük fotoğrafçı Sabastiao Salgado nun muhteşem görselliğinde dinleyelim.

sanem uçar




15 Eylül 2010 Çarşamba

Lara Ömeroğlu




BBC TV ve radyosunun iki yılda bir düzenlediği Yılın Genç Müzisyeni yarışmalarının piyano dalındaki birincisi Londra da eğitimine devam eden Lara Ömeroğlu gerçekten gelecek yıllar için ümit veren piyanistlerden biri olacağının garantisini tuşlara dokunma esnasındaki hakimiyetiyle veriyor.

Yarışmaların bir ölçü olduğuna pek inanmamakla birlikte, bir basamak olduğunu kabul ediyorum.

Bu yarışmaya bütün dallarda 300 kişinin katılımıyla oldukça zor geçen elemelerde 25 kişiyle birlikte finale kalmak ve ipi göğüslemek henüz 16 yaşındaki piyanist için mutluluk verici olmalıdır.

Bana göre piyano repertuarının en zor eserlerinden biri olan Camille Saint-Saens'ın 2 numaralı sol minör piyano konçertosunu seçmekte büyük bir yüreklilik istiyor.

Finalde bu eseri büyük bir başarıyla yorumlayan genç piyanist haklı bir ödülün sahibi açıkcası.

Sanat eleştirmenleri kendisi için olumlu sözler kullanmakta.Yaşından beklenmeyen bir performans gösterdiğine bende katılanlardanım.

En büyük hayalinin dünyaca tanınan bir piyanist olmak olduğunu vurgulayan genç piyanistin bu hayalinin gerçekleşeceğine olan inancım tamdır.

sanem uçar

Keyiflle dinlenecek bir eser ve yorum;

Pakize



Hayvanların gerçekten çok farklı bir dünyası var. Hangi hayvan olursa olsun kendine özgü yapı korunmuş.Kuşkusuz biz insanoğlunun anlamsız mudahaleleriyle garip yaratıklar haline gelmiş olanlarda var ama genelde yapısal özelliklerini koruyabiliyorlar.

Her türlü bencilliğimizle ucube haline gelen hayvanların acınası durumları karşısında acı duyarken özellikle bazı hayvanların yapılarındaki değişmezliğe hayran oluyorum.

Bunların başında kediler geliyor.

Evcilleştirilmeden önce son derece özgür bir yapıları olmasına rağmen geçmişlerindeki o özgür ruhlarını her türlü evcilleştirme seanslarına rağmen hala koruyabiliyorlar.

Bu ruhlarındaki değişmeyen özgürlükleri sebebiyle biz insanlar kedileri pek anlamayan ve bu sebeple saçma sapan yakıştırmalar da bulunabilen yaratıklarız.

Örneğin nankörlükle suçlarız kedileri...

Oysa nankörlük konusunda insanların eline su dökmeye bile yanaşamaz kediler.

"Kardeşim madem beni evcilleştirdin, doğadan ayağımı kaydırdın şimdi bunun bedelini ödemek zorundasın.Acıktığım zaman ben başımın çaresine bakıyordum, hadiii şimdi yemeğimi hazırla bakalım, gecikirsen sana yapacağımı bilirim!"

Şeklindeki çok haklı davranışları hep yanlış anlaşılır tarafımızdan.

"Dur durrrr, ne bu laubalilik, öyle aklına estiğinde mıncıklayıp sevemezsin beni, keyfim yerindeyse buna izin veririm ama şimdilik uzak dur bakayım benden.."

Şeklindeki davranışı da yanlış anlaşılır.

Kısacası kediler kesinlikle köle ruhlu hayvanlar değildir ve yalakalık asla bilmezler her davranışlarında özgürlük kokar.

Benimde bir kedim var.

Adı; Pakize...

Soyadı da vardır çok sevdiğim bir dostum tarafından koyulmuştur;

Usluduran...

Kuzgun a yavrusu şahin görülürmüş misali Pakize de bana dünyanın en güzel ve harika kedisi gibi gelir.

Henüz üç yaşını doldurmadı. Çalıştığım okulda, müzik odasında dünyaya geldi. Çok samimiyim birgün ders için dolabı açtığımda annesinin "uzak dur buradannnnnn!!"tepkisiyle karşılaştım.

Yavrular sütten kesilene kadar başka bir yere koyamadık , sonrada okulun bahçesine koymak niyetindeydik ki, öğrenciler tarafından sahiplenildi kediler ve ev kedileri haline getirildiler.

Pakize de gidenlerdendi ancak dönüşü çabuk oldu.Bir gün sonra müzik dolabına geri getirildi, "biz bakamayacağız" cümlesiyle ve doğal olarak Pakize hayatındaki ilk uzun seyahatini bizim eve gelerek yapmış oldu.

O gün bu gündür evimizin kraliçesi.

Son derece ilginç özellikleri var.

Mesela jazz müziği hastası.

Özellikle Jan Garberek hayranı.

Jan Garberek in saksafonundan çıkan sesi ne zannediyor bilmiyorum ama bu müzik evde yankılandığında neredeyse olduğu yerden gelip kendince eşlik ediyor melodiye.

Çok iyi bir insan sarrafı aynı zamanda.

Sevmediği insanlarda kesinlikle bir pürüz vardır artık emin oldum.

Hiç kimseye zarar verici bir davranışını görmemekle beraber sevmediği kişilerin ayakkabılarına işemekle ünlenmiştir.

Önce bu davranışına hiç bir anlam vermemiş ve oldukça kızmıştım. Öyle ya kedi besleyenler bilir, kediler bu anlamda son derece temiz hayvanlardır böyle bir şeyi yapmazlar.

En son bu davranışı gösterdiği kişinin çizmesini temizlemeye çalışıp okula yetişmek zorunda olduğumdan giderken kulağına fısıldamıştım:

"Eve geldiğimde hesaplaşacağız.."

Hiç oralı olmadı tabii.

Eve geldiğimde gerçekten hesap sormaya kalkıştım;

"neden, neden böyle bir şey yaptın bak nasıl iyi bir insan..."

Bana öyle bir miyavvvvv deyişi vardı ki duymanız gerekirdi.

"salak, ne iyisi, dünyanın en düzenbaz insanı ama sen salaksan ben ne yapabilirim ?..."

Bir süre sonra hayatımda başıma gelebilecek en büyük ihaneti yaşayacaktım çizmesine işinen kişi tarafından.

Hayvanların bu anlamdaki hislerini ciddiye almak lazım . Ve o nankör olarak adlandırılan kedi yani Pakizem yüzümü sert diliyle yalarken diyordu ki;

"Üzülme, sadece ayakkabısına işediklerime dikkat et, sende bu kafa varken tuvaletim çoğunlukla yer değiştirecektir bunu biliyorum , insanoğlu olunca bizim bildiklerimiz çok daha fazladır sizden..."

sanem uçar

6 Eylül 2010 Pazartesi

Büyülü Bahçem



Çocukluğumun bir bölümü, o zamanlar için sayfiye yeri olarak kabul edilen, İstanbul Küçükyalı da geçti.

Gerçekten kendine özgü doğal yapısıyla özellikle bir çocuk için yaşanılabilecek en güzel yerlerden bir tanesiydi.

Yaz geldiği zaman kararan havayla evlerimize girerdik. Tüm zamanımız sokaklarda geçerken acıktığımızda karnımızı doyurabileceğimiz bostanlarla dolu alanlarda arkadaşlarımızla birlikte yiyecek hırsızlığına çıkar, domates, salatalık ya da meyve ağaçlarından kopardığımız meyvelerle açlığımızı giderirdik.

Oturduğumuz evin çok yakınında , bir dört yol ağzında ise beyaz iki katlı bir ev vardı. Kocaman meyve ağaçlarıyla dolu bahçesiyle hepimizin gözde mekanlarındandı. Özellikle bahar aylarında gelin gibi beyaz çiçeklerle süslenmiş erik ağacı yazın hepimizin iştahını kabartırdı.

Bu evin öylesine güzel bir mimari yapısı vardı ki masallardaki evler gibiydi . Kocaman balkonları, yuvarlak sütünları ve yine yuvarlak camlarıyla farklı bir evdi.

Üst katına yaz aylarında evsahibi gelir bir kaç ay o muhteşem balkonda etrafı izlerken çayını yudumlardı. Alt katındaki kiracı ise tüm yıl boyunca ev sahibi varmış gibi titiz ve sert tavrını gösterirdi biz çocuklara.

Hemen her yere kolaylıkla girebilen biz çocuklar bu evin yanına bile yaklaşamazdık koruyucu kiracısı sayesinde.

Ama bir gün inanılmayacak bir şey oldu, bir mucize....

Ailemle birlikte o evin birinci katına kiracı oluverdik....

Dünyanın en mutlu çocuğu oluvermiştim birden bire. O inanılmaz bahçe artık bizimdi.

O ağaçlar, dalından kopararak yiyebileceğimiz meyveler, çiçekler bizimdi...

Yaz aylarında yine üst kata o beyaz saçlı, otoriter görünümlü kadın gelirdi. Yakından tanıyınca dışarıya yansıttığı gibi biri olmadığını anlayabilmiştik. Eski İstanbul hanımefendilerindendi. Çoğunluk işleriyle damadı ilgilenirdi. Damadının Talat Halman olduğunu öğrendiğimde hiç bir şey hissetmemiştim o zamanlar doğal olarak:)

Bu güzel evdeki keyfimiz yaklaşık iki yıl sürdü, sonrasında İzmir günleri başladı bizler için.

İstanbul dan ayrılıp İzmir e yerleşmek öncelikle bu evden ayrı kalmak olduğundan ,İzmir i pek sevememiştim.

Radyo günleri içersindeydi Türkiye....

Televizyon gibi bir alışkanlık pek olmadığından o radyo günlerine ait doyumsuz bir zevkle dinlediğimiz programlardan birinde Talat Halman ismini duyduğumda artık çocuk sayılmazdım.

Ön ergenik dönemleri diyelim....

Ve Talat Halman öylesine güzel açıklamalarla edebiyatçılarla ilgili bilgiler veriyordu ki, bu canlı bir yayınmıydı yoksa tekrar programları mı bilemiyorum ama bir açıklamasında nefes almadan onu dinlediğimi hatırlıyorum.

William Faulkner ı anlatıyordu...

O kadar ilgimi çekti ki bu Amerikalı yazar ertesi günü tüm kitapçıları ağabeyimle birlikte didik didik aramamıza rağmen bir tek kitabına bile rastlayamamıştık.

İzmirdi ne de olsa yaşadığımız yer, İstanbul gibi olabilir mi?, kesinlikle İstanbul da bulurduk kitaplarını....

İstanbul la bağlarımız hiç kopmadığından ilk İstanbul a geldiğimde aramaya çıktığım yazar William Faulkner dı.

Ne yazık ki İstanbul da da kitapları yoktu.

Neden olsun ki????

Bir insanın 1600 kelime ve bu kelimelerin arasına parantezle eklenmiş 500 kelimeyle toplam 2100 kelimeden oluşmuş bir cümlesini kim , nasıl tercüme etsin?

Artık yapılacak tek şey vardı;

İngilizce öğrenmeliydim....

Tam iki yıl süren ingilizce öğrenme serüvenim bana yabancı yazarları takip edebilme imkanı vermişti ama William Faulkner ı anlayabilmek sadece İngilizce bilmeyle doğru orantılı değildi.

Zamanla kitaplarına ulaşabilme imkanı bulduğumda benim için gelmiş geçmiş en büyük yazarlardan biri oldu.

Onun kitabını elinize aldığınızda onu ya çok seversiniz ya da nefret edersiniz.

Kitabını hiç nefes almadan transa geçmiş bir şekilde okuyabilirseniz kitabın son sayfasına geldiğinizde hissedebilecekleriniz muhteliftir....

"Manyakmısın sen be adam" diyebilirsiniz....

" Oh be nihayet bitirebildim" diyebilirsiniz....

"İnanılmazsın! " diyebilirsiniz.....

Hiç bir noktalama işaretlerini kullanmadan, devrik, düz yazı hepsi birbirine girmiş bir şekilde sayfalar dolusu bir pragrafta ilk okuyuşta aklınızda kalabileceklerin oranı çok fazla olmadığından geriye kaç dönüş yapabileceğinizi bilemiyorum...

İlk sayfayla birlikte onu terk te edebilirsiniz...

Onu çok sevmemde bir çok etken vardır. Öncelikle çoğul anlatıyı (multiple narration) çok gerçekçi buluyorum.

Gerçekler bir tane gibi sunulsa da bizlere aynı olayın nesnel koşulların farklılığında , kişiye göre bakış açısıyla birden fazla gerçekliği içinde barındırması, yaşarken hep iç içe olduğumuz durumlardır.

Aynı hikayeyi farklı kişilerden dinlediğimizde sanki bambaşka olay anlatılıyormuş gibi hissetmezmiyiz çoğunlukla?

Ama yaşadığımız dünya, bizlere hep tek bakış açısını benimsemeye zorlarken, kendi kendimize verdiğimiz zararı çoğunluk önemsemez.

Şu anda yazacağım şeyi okurken inanmakta zorlanabilirsiniz.

Gerçekten Faulkner ın romanlarına benzer şekilde bir rastlantı o çok sevdiğim iki katlı evin yeniden yaşamımıza girmesiyle sonuçlanmıştı.

Aradan uzunca bir zaman geçip , genç bir öğretmen olarak Van a gittiğimde ailem yeniden baba ocağına dönme kararı almıştı. Ve İstanbul lu günler anne ve babamın yeniden ama bu sefer o muhteşem evin üst katına kiracı olmalarıyla sonuçlanmıştı.

Beyaz saçlı ev sahibimiz çoktan ölmüştü ve ev işleriyle Talat Halman ilgileniyordu.

Geçmişe ait o güzel anıların yaşandığı eve bir yetişkin olarak ve de bir anne olarak tatilde yeniden gitmek yaşadığım en ilginç anıların başında gelir.

O zamanlar iki yaşında olan kızım çocukluğumun büyülü bahçesinde oynuyordu....

Aynı bahçede yıllar sonra tekrar olabilmek farklı duygular oluştursa da zaman öylesine önemli bir kavram ki, Faulkner ın konuşmalarında hep dile getirdiği şeyleri çok daha iyi anlıyorsunuz.

Faulkner a neden bu denli uzun cümleler kullandığı sorulduğunda bu soruya şaşırıyor ve özetle şunları söylüyor...

"Kısa cümle kuramam ki! bu mümkün değil. Bugün benim varlığım- düşüncelerim bugünle sınırlı değil, düşüncelerimin kökenine indiğimde var olmamla doğru orantılı bir seyir bulurum.

Biz insanlar anlatımda kolaylığı sağlayabilmek için zaman kavramını oluşturduk. Zamanı günlere, aylara, mevsimlere bölerek isimlendirdik. Oysa zaman var olduğu andan itibaren bildiği hızla bir bütün olarak akmaya devam ediyor.

Bugün kuracağım bir cümle benimle birlikte geçmişe gider ve ben "bugün" bir şeyi anlatacaksam anlatacağım şeyin "dününe" de uzanmadan edemem..."

O büyülü bahçe yok artık.

Tıpkı Faulkner ın romanlarındaki son gibi oldu sonu.

O son u anlatmaya kalkışsam benim gerçeğimle başkalarının gerçeği arasında ne denli büyük farklılıklar olduğunu biliyorum. Ve eğer Faulkner bu bahçeyi yazmaya kalkışacak olsaydı kuracağı cümleleri ve anlatımı gayet iyi anlayabiliyorum.

Okurken "ne alaka? Faulkner ı mı, yoksa senin özelin bir bahçeyi mi anlatıyorsun?" gibi bir düşünceye kapıldınız mı?

Eğer kapıldıysanız cevabım ; "ikisi arasında bir fark görmüyorum ki" olacaktır.

Ama söz, birgün salt William Faulkner ı yazacağım, bunu hak ediyor bu Amerikalı büyük yazar....

sanem uçar

3 Eylül 2010 Cuma

Başladığın Gibi Bitirmek



Garip bir şekilde hayatım kendiliğinden oluşan bir istikrarla doludur. Şaşırdığım bir şeydir bu, ve farkına vardığımda; gülümserim...

Temmuz ayının ilk haftası başlayan tatilimde efsunlu kent yağmurla uğurlamıştı beni. Çok doğal olarak Ege nin bu güzel beldesi Foça ya geldiğimde diğer insanlardan oldukça farklı bir giysiyle ilk adımımı atmıştım üzerimdeki yağmurlukla...

Şimdi ise çok özlediğim efsunlu kentime dönerken yine yağmurla uğurlanıyorum Foça dan...

Başladığım gibi bitiyor tatilim.

İki ay gibi uzun bir süre yaşadığım yerden ayrı olmak zor gibi olsa da İzmir ve çevresi de uzun süre yaşadığım bir yer olduğundan evimdir aynı zamanda.

Neredeyse ortaokul günlerine dayanan arkadaşlarla birlikte olmak ta ayrı bir güzellikti.Ve diğer sevdiklerimle...

O çok sevdiğim Foça nın eski silüetini görememiş olmanın üzüntüsünü içimde taşımış olsam da değişmeyen pek çok özelliğiyle sıcacık bir yaşanmışlığı inkar edebilecek biri değilim.

Tebessümle hatırlayacağım bir kaç köşe olacak ve bir kaç kişi...

Hiç tanımadığım halde , bir "merhabayla " başlayan selamlaşmanın ardından insanların kendilerine ait sıkıntıları kolaylıkla anlatabilme şaşkınlığını bir süre sonra üzerimden attım.

Büyük şehirlerde unuttuğumuz "merhaba"laşmanın çok ötesinde içleri aslında sıkıntıyla dolu bir çok insanın gülümseyen bir maskeyle dolaştıkları yaşamlarında, belki dalgaların sesine kulak vererek , belki güneşin insanın içini ısıtan sıcaklığında yada eşsiz güzelliğinde içlerini açma alışkanlıklarını özleyeceğim.....

Önünde uzun kuyruklar oluşmasına rağmen tercihimi çok daha küçük bir mekanda dondurma satan sevgili amcamın dondurmalarının tadını , dondurmaları külahlarına yerleştirirken renk uyumunu dikkate alan ve söylediğinin dışında sana hiç soru sormayan ve bu doğrultuda hareket eden sevgili dondurmacı amcamı özleyeceğim....

Sevgili "Ş" seni hiç unutmayacağım...

Buraya geldiğim ilk haftada sessiz bir şekilde kitabımı okurken dağınık kirli uzun saçların ve üzerindeki garip mayoyla iskeleye gelerek sırtını denize verip kendini kayalıklarla dolu denize bıraktığında yüreğimi ağzıma getirmiştin.

İnsanların seni azarlamalarına hatta sana bağırmalarına rağmen onların sözlerine hiç rağbet etmeyip tam üç kez aynı davranışı sergilerken yüzünü daha yakından gördüğümde o ağlamaklı ifadeyi burada kaldığım sürece her yerde görecektim.

Yine kimseye hiç aldırış etmeden çayına tam 15 kesme şeker attıktan sonra çaylı şekerini aynı ağlamaklı ifadeyle içerken ağlıyordun.

Sayılara olan garip takıntının sendeki izdüşümünü hiç merak etmedim, bilemedim ama her an hepimiz için öteki tarafa geçebilme imkanının gerçekliğinde tanıdığım öteki taraftakiler kendilerine göre mutluluklarını yaşarken sen öteki tarafta da mutsuzdun...

Sahildeki teleskopla ay ve yıldızlara yakından baktığımda Ay ın tümsekleri ve çukurları inanılmaz bir şekilde gözümün önündeyken, belki de beni en fazla etkileyen Satürn olmuştu sevgili "Ş"

Kafamızı kaldırarak yıldızlara baktığımızda içlerinden birinin Satürn olabileceğini hiç aklıma getirmemiştim. Ama orada ,gökyüzünde halkasıyla karşımdaydı.

Evrenin bu göremediğimiz olağanüstülüğü karşısında insanoğlunun hiçliği öylesine belirgindi ki....

Gözlerini hiç unutmayacağım sevgili "Ş"....

Yürüyüşe çıktığım yolda uzaktan gelen Frank Sinatra nın sesini takip ederek vardığım Kale Cafe en sevdiğim mekanı oluşturduktan sonra burada dinlediğim müziklerin dışında müşterilerine hangi yaşta olursa olsun birey gibi davranan, onlarla bütünleşen saygı ve sevgiyi beraber yaşatabilen, tatların mükemmelliği ve insanın kendisini özel hissettiği mekandaki herkesi çok özleyeceğim...

Gittiğim yere kitaplarım ve müzikle gitme alışkanlığı ilerleyen dostluğumuz sonucunda bendeki müziklerin paylaşımını belki en son güne bıraktı ama müziğin evrenselliğinde ve dostluğunda burada da dünyaya ait bu güzel ezgilerin duyulacak olması evrenin büyüklüğü karşısında bir toz parçasıdır . Ancak zevklerin dinleme alışkanlığıyla doğru orantılı bir seyir izlediğine inanan ben için, önemlidir.

Etrafa alışılmış müziklerin dışında tınılar yayan Kale Cafeye sonsuz teşekkürler....

Bendeki albümlerin aktarımının dışında sadece Kale Cafe için hazırladığım 20 parçalık toplama müzikler benimle birlikte gece de, gündüz de, dalgalar da, yıldızlar da heryerdeydi burada kaldığım sürece...




1. Makam /A Don -Kanyar felil
2. Adam Hurst / Haunting Ethereal

3. Adam Hurst / Possession

4. Arianna Savall / Yo M' Enamori d'Un Aire

5. Bert Jansch / Katie Cruel

6. Cristina Branco

7. Fryderykata / Nocturne in G minor Op. 15 No 3

8. Habib Kotie& Bamada / N' Teri
9. John Surman / Portrait of a romantic

10. Lhasa De Sela / Payande

11. Lhasa De Sela / La mar e haute

12. Madredeus / A Andorinha da Primavera

13. Madredeus / O Pastor

14. Vassilis Tsabropoulos /Melos

15. Iren Lovez& Teagrass /Nem Egyszer

16. Elizabeth Karsten / Pardon, Goddess Of The Night

17. Ray Manzarek& Roy Rogers / Remembering You

18. Elizabeth Nicholson& Stringed Migration / Romanian Horagalway

19. Cenk Erdoğan / Sonbahar

20. A Women's Heart / Summerfly




albüm bilgisi;

Tamamiyle kişisel seçimlerden oluşmuş toplama albümdür:)

Benim "eylül" ezgilerim...

sanem uçar

1 Eylül 2010 Çarşamba

Erdal Alova

Technorati Etiketleri: ,

fft17_mf222813

Kendi halinde bir edebiyatçı...

Onu dilimize kazandırdığı şiirler ve hazırladığı edebiyat antolojileriyle tanımış olsakta kendi yazdığı şiirleriyle de edebiyatımızda önemli şairlerimiz arasındadır.

17 haziran 1952 yılında Ankara'da doğdu. 1959 da Eskişekir'de Dumlupınar İlkokulunda başladığı öğrenim hayatına, 1972 yılında ODTÜ Mühendislik Bölümünden ayrılarak son verdi.

Aynı yıl İstanbul a yerleşerek şiirlerini yayımlamaya başladı.

Onun dizleriyle açık adresi şudur;

"Açık Adres

Kuzguncuk'ta oturuyorum
Martılarla aynı katta "

İlk şiiri "Issız Gül" adıyla Yeni dergi de çıktı. 1973-1980 yılları arasında yazdığı şiirleri En Son Çıkan Şarkılar ( 1980 ) adı altında yayımladı.Bu kitabı Giz Dökümü ( 1989 ) ve Bitik Kent (1995) izledi.

Bitik Kent 1996 Cemal Süreya Şiir Ödülünü kazandı.

Federico Garcia Lorca, Konstantinos Kavafis ( Barış Pirhasan'la ), Pablo Neruda, Z. Herbert, Guillevic ve Catullus'tan ( Çiğdem Dürüşken'le) yaptığı çeviriler yayımlandı.

Latince- Türkçe sözlüğü dilimize kazandırdı.

Toplu Şiirler(2008-1973) adlı yapıtı 2009 Behçet Necatigil Şiir Ödülü`nü kazandı.

Şu andaki yaşamını Ege kıyısında şehirlerin kirliğinden uzak bir şekilde yaşarken yine şiirlerindde yazdığı gibi sadece soyadını kullanan Alova yaşamını çevirmen, editör, gazeteci olarak sürdürmeye devam ediyor.

"Saati gelince gölgelerini döker erguvanlar
Dünya döne döne unutur çocukluğunu
Çarpar bir gün herkes göktaşına
Kumlar bile sessizlik olmayı bekler

Adımın birini atıyorum "

Kendine özgü diliyle şiirimizde önemli bir yeri olan Edebiyatçı şiirle yaklaşık 40 yıl gibi uzun yaşantısını , "nasıl bir süreven sorusuna ?" kendi cümleleriyle şöyle yanıt veriyor;

"Aslında 40 yıl. Hem dehşet, hem güzel. Çetin. Ama beş kere daha yeniden doğsaydım, aynı serüveni yaşamak isterdim.

Bu sürenin onda biri fiilen şiirle uğraşmakla geçti, 10’da dokuzu ekmek parası kazanma uğraşıyla.

Bir şairin en büyük ödülü doğanın ona verdiği şiirdir. Ben de bu ödülü pas tutturmamaya çalıştım. 40 küsür kitabım var, hemen hepsi şiir ve şiir çevirisi. İki çalışmada, tek uğraşın iki yüzü. Şiir sanatının bir hizmetkârıyım.

Niye şiir?

Birincisi elimden gelen en iyi iş olduğundan.

İkincisi, şiirin bu evrensel tinsel zehirlenmede en etkili panzehirlerden biri olduğuna inanmamdan.

Ve üçüncüsü; şiir insanın gelecek dilidir. Gün gelecek, insanlar metaforlarla iletişecek. Ve o zaman şiir kendini gerçekleştirmiş, yani ortadan kalkmış olacak. Şiir bir dil serüvenidir, eninde sonunda."

İşte böylesine kendini şiire adamış edebiyatçılardan. Hemen hergün her köşebaşından bir şairin çıktığı ülkemizde kendini şair sınıfına bile sokmadan şiir ve şairler hakkındaki görüşleri de aynı duyarlılıkta.

“Ben artık şair oldum” derseniz, bir gün size emekli şair denmesini peşinen kabul ediyorsunuz demektir. Üstelik ikramiyesi de olmadan.

Şair emekli olmaz, emekçi olur. Ölünceye dek genç, hatta çocuktur.
Sonra, Osmanlı’da ya da Rönesans’ta olduğu gibi şairlik bir meslek sayılmıyor bu toplumda. Şair karşılıksız çalışan tek işçidir. Bir de, “şair” sözcüğünün, yanlış Milli Eğitim politikalarından gelen ağdalı ya da tam tersi lümpen bir imajı var toplumda. Bundan da hoşlanmıyorum. “Ozan” da folklorik bir sözcük. Ben bütün sıfatlardan uzak şiirin ta kendisiyle ilgiliyim, şairlerle de değil."

Türk şiirinin son yıllarını kendi cümleleriyle dillendirirken yine her zaman ki gibi naif cümlelerle yanıt veriyor;

"Çok iyi izlediğim söylenemez. Herkes aşağı yukarı şiir yazmayı kıvırabiliyor diyelim teknik olarak, bunca deneyin üstüne, bunca bilgi birikimiyle. Ama beni şaşırtan bir çıkışın olduğunu söyleyemem.

Bir gün Türk şiiirinde Yunus’tan bu yana bütün şiirin serüvenini kendinde toplayan çok büyük bir şairin çıkacağına inanıyorum. Görselliğin yanılsamasından kurtulan insanlık kendine döndüğünde şiire de dönmüş olacak. "

Umarım Alova nın dediği gibi olur.

Ve onun dizeleri....

……………………………………………

Yalnız Eller Değil...

Yalnız eller değil bunlar
Yalnız ayaklar

Sarkar kız pencereden
Mahalle sesiyle
Memeleri sözlerinden masum

O alımlı kadınlar ki
Yataklarda çocuk

Yalnız dudaklar değil bunlar

Aşk belki de o
En derinlerinde bile senin
Duyduğum yabancılık
Uzak adlar bulmuşum
Sana yaklaşmak için

Boş bütün sözler
Işıklar sönünce
Birdir bütün gövdeler
Herkes kalır kendi uçurumuyla

Ölüm ısırınca
Memelerindeki kuruüzümü
Bin yunus şıçrar denizden

Karnın bir körüktür
Günle gece arasında

Gittikçe incelir sesin
Kalamar kemiklerine doğru

Sen nereye bassan
Yerçekiminin en zayıf noktası

........../...........

Gizli İlişki...

Bütün gece seviştiler
Kilere giren iki çocuk gibi

Şarap içtiler ağızlarından

Ut yerinden kişniş kokladılar

Bütün gece seviştiler
Yeni taşınılmış bir şehirde
Uyunan ilk uyku gibi

Şaraptan
Gövdelerinin yabancılığından çok
Sırlarından sarhoştular;

(Işığın hohlamadığı kömür
Tuzu ve buğdayı unutulmuş sikke
Toprağın ele vermediği
Bir tanrı yüzü)

Bütün gece
Acıbadem koktu öpüşleri

Akasyanın gözü önünde

.........../...........

Güzelötesi....

Güneş son kez baktı kızıl anahtar deliğinden
( O muydu dışarda kalan, biz miydik ? )
Sonra eyvallahı çekti mor bir tebessümle
Gök geçirdi sırtına eflatun kaftanını
Şarabi derken, menekşede kıldı karar

Güzelötesi akşamın
Bu morguvan deniz
Gittikçe tedirgin ediyor beni
Ben
Işıkları sık sık kesilen şu garip şehir
Gönlü kırılmış leylaklarım
Kıpkırık tayfımın olanca başdönüşüyle
Hohluyorum göğü;
Cennet Güzeldir
Güzellik Cehennem

........../..........

Horror Vacui...

Denizin çarşafı yetişmedi kıyıya

Çocuklar yarıda bıraktılar oyunlarını

Aralık kalmış bir kapıyım
Uçan bir ağaç
Sözsüz bir düşünceyim
Sofradaki eksik iskemle

Topla, topla bütün camlarımı!

Beni gövdenle yıka

........../..........

Uzaklıklar...

Bir gölge yılı uzaktasın benden
Sana baktığıma baktığım zaman

........../..........

Sevgi Dönümü...

Sevgimizin tam bu saatinde
duta çıkardı kirpiler
leylak düştüğü mevsim
Kuzguncuğun saçlarına

Yanına girince senbeyazdı gece

Çocuk ağzında kadın sözleri

Omuzların iki yunus kürekte.

patlıcan moru saçların
nasıl döverdi yastığı
uçaktan atılan kağıtlar gibi
çırpınırken ayakların
her gece
bilmediğim yerler bulurdum gövdemde.

Bir bir açtım kapalıçarşılarını
geçtim batık saraylarından
balık kanı kokan geçitlerden
kayboldum sonunda
cevahir bedesteninde

........../..........

Gökyazı...

Beyazıt Kulesi'nden
Galata Kulesi' ne
İki tel çektim saçından
Bütün gece yandı durdu
S E V İ Y O R U M

........../..........

Persona....

Tuzum ben, dedi gece
Oysa Pazartesiydi

Yeşilim ben, dedi ışık
Oysa yalnızlıktı

Yorgunum , dedim sana
Oysa hiç doğmamıştım

........../..........

sanem uçar